Lilypie Trying to Conceive Event tickers

31 Ekim 2010 Pazar

Makale Özeti: TEMATİK ALGI TESTİ, CİNSEL PATOLOJİ VE TEHLİKELİLİK

Bu rapor; 17 yaşındaki -tecavüz, ensest, pedofili, sadizm, teşhircilik ve nekrofili gibi cinsel sapkınlıkları olan- bir erkek hastayla ilgiliydi. Aynı zamanda şizofreni belirtileri gösteren bir hastaydı. Bu vaka, bireyin cinsel patolojisiyle ilgili bilgi sağlayan Tematik Algı Testi (TAT)’ni göstermek ve bu kişinin hastaneye yatması sonucunda gerçekleşen bazı tehlikeleri göstermek için yayınlandı. Bu tehlikeliği tahmin etme konusunda çeşitli tartışmalar vardı. Testi yapan kişinin ve süpervizörün değerlendirmeleri, testi yapmadan önce kişinin geçmişine ve hastanede yatarkenki davranışlarına bağlıydı. TAT gibi bir testte düşmanca içeriğin, şiddete eğimi ya da agresif fanteziyi belirleyip belirlemeyeceği konusunda da tartışmalar vardı. Daha sonra TAT’daki agresif fantezinin, direk olarak sinirlilikle ilgisinin olduğu bulundu. Tematik Algı Testindeki yüksek çekim olan kartlar, sinirliliği daha az ayırabilen kartlardır ve çekingenlik eksikliğini ölçer. Düşük çekim olanlar kendini teşvik etmeyi ölçer. Ayrıca, yüksek ve düşük çekim kartlarda, kişinin kendi kişilik dinamikleri gösterilir. Bu iki faktör de sinirlilikteki psikodinamik faktörleri oluşturur. Hem ayrıdırlar hem de sentez içindedirler.
Rapora bakıldığında; C, kendini öldürme girişimlerinden dolayı hastaneye yatırıldı. Depresyon ve çaresizliğinin altındaki dinamikleri belirlemek için test yapıldı. Hastanın geçmişine bakıldığında hasta, babasını hiç tanımadığını söyledi. Annesi tarafından 5 yaşındayken terk edildiğini ve anneannesi ve kardeşleriyle yaşadığını söyledi. Zekâ testinin sonuçlarında, zekâsı normal çıktı. Psikiyatrik geçmişine bakıldığında, 11 ve 13 yaşları arasında 5 kez hastaneye yatırıldığı görüldü. Madde ya da alkol kullanımı yoktu. Ailesi hastaneye onu görmeye gelmediği için yeterli bilgi de alınamadı.
Geçmişiyle ilgili hikâyesi alındıktan sonra Tematik Algı Testi uygulandı. Depresyon veya psikoz beklenirken; sonuçlara bakıldığında, çok biçimli sapkınlığı olan ağır bir patoloji bulundu. Hastaya ilk iki seansta Bender - Gestalt, figür çizme, zeka testi ve gelişigüzel bir Rorschach uygulandı. Son seansta ise Tematik Algı Testi uygulandı. Hastanın 3. kartta ve ondan sonra gelen kartlarda, testi yapan kadına karşı çirkin cinsel tepkileri vardı. Kadın, bu hastanın çok önemli şeyler söylediğine karar verdi ve seansı durdurdu.
Hastanın raporu yazıldıktan sonra C’ nin ailesiyle görüşüldü ve ailesinden, onun daha önce 5 yaşındaki bir kıza cinsel tacizden tutuklandığı öğrenildi. Bu tutuklanma olayı C’ nin intihar girişimine sebep oldu. Pedofili için tedaviye başlandı. Terapiler sırasında birçok genç kıza cinsel ve sadistçe tacizde bulunduğu ve birçok küçük çocuğa -çoğu başarısız- cinsel taciz girişimleri olduğu öğrenildi. Ayrıca sokakta kendini sergilediği, yani teşhircilik yaptığı da öğrenildi. Bununla birlikte, terapiler sırasında kendisi de yaptığı birçok şeyi itiraf etti. Geçen yıl, 1 yaşındaki yeğeninin vajinasına iğne soktuğunu ama bir kanamaya sebep olmadığını söyledi. Kardeşlerinin kedi ve köpeğine nasıl işkence ettiğini ve öldürdüğünü anlattı. Bütün bu anlattıkları ailesinin anlattıklarıyla karşılaştırıldı ve doğrulandı. Hastanede de bayan hastalara terbiyesiz şeyler yaptığı gözlendi. İki hastayla cinsel ilişkiye girdi ve onlara, onlar sürekli artan isteklerini yerine getirmediklerinde, şiddet uyguladı. Ayrıca 13 erkek hastayla da cinsel ilişkiye girdi. Personeller birebir ilgilenmek zorunda kaldı ve hasta, başka bir hastaneye transfer edilmeye çalışıldı. C’ ye göre yaptıkları gayet normal şeylerdi. Bunları uygun görmeyenlerin geri kafalı olduklarını düşünüyordu. Erkeklerin pedofili olduklarını, pedofilinin suç olmasının bir önyargı olduğunu düşünüyordu. Defalarca hastaneden kaçmayı denedi ama yakalandı. Ayrıca, kadın terapistine cinsel şiddet uygulayacağına dair tehditler ediyordu. Hastalardan para çalıyordu. Odasına yeni gelen bütün hastalara, cinsel davranışlarını anlatıyordu. Hastaneye yatışının 2. yılında kendini asmaya çalıştı ama amacına ulaşamadı. Buna rağmen, 3. yılında bir gün kendini kemerle banyoya astı ve öldü.
Sonuç olarak, rapor; C’ nin davranışlarından, hastane ortamında da ne kadar çok tehlikeli olabileceğini göstermiştir. Ayrıca TAT, cinsel patolojiyi teşhis etmede oldukça etkili bir envanter olduğu da gösterilmiştir.

Pam, A. & Rivera, Jo-Ann, Sexual Pathology and Dangerousness from a Thematic
Apperception Test Protocol, Professional Psychology: Research and Practice, 1995. Vol.26. No. 1.72-77

Makaleyi İngilizce'den tercüme eden ve özetleyen: İlkay Azak

Makale Özeti: Color and Personality: Strong’s Interest Inventory and Cattell’s 16PF

İnsanların tercih ettiği renklerin, karakterlerini yansıttığını savunan bu makale; Rense Lange ve Jason Rentfrow tarafından yazılmıştır. Yapılan birçok araştırma, renk seçimlerinin ruh halini etkilediğini; dolayısıyla, davranışların da etkilendiğini ortaya çıkarmıştır. Lüscher'in yaptığı araştırmada; dışa dönük insanların heyecan verici renkleri (kırmızı) seçtikleri, içe dönük insanların ise durgun renkleri (mavi) seçtikleri gözlemlemiştir. Stone'un 2003'te yaptığı araştırmada ise; kişilerin test performansı, bulundukları odaya göre değişmiştir. Mavi odada bulunanların test performanslarının, kırmızı odadakilere göre daha yüksek olduğu ve mavi odadakilerin daha pozitif ruh haline sahip oldukları gözlemlenmiştir. Seçilen renklerin karakter ile ilgisinin olduğu gibi, insanların duyguları üzerinde de etkisi vardır. Bunun yanı sıra seçilen renklerin, insanların sosyal hayatta nasıl bir birey olduğu, hangi alanlarda başarılı olduğu ve hobileri hakkında bilgi verdiği de savunulmuştur.
Yapılan araştırmalara ek olan bu çalışmada, seçilen renk ile insanların kişilikleri arasındaki ilişkiyi anlamlandırmak hedeflenmiştir. Bunun için, öncelikle Dewey Renk Ristem Testi, daha sonra da iki ayrı psikolojik test uygulanmıştır. Bunlar, Strong'un İlgi Envanteri ve 16PF Kişilik Testi’dir. Strong'un İlgi Envanteri 317, 16PF Kişilik Testi ise 185 soru içermektedir. Bu testlerin amacı, kişilerin karşılaştıkları durumlarda nasıl davranacağını öğrenerek, karakter özelliklerini ortaya çıkarmaktır ve karakterine uygun olan meslek alanlarını keşfetmesine yardımcı olmaktır.
Dewey Renk Sistem Testi’nde (Dewey Color System Test) ise 5 ayrı bölüm bulunmaktadır. Her bölümde ayrı renkler bulunmakta; ilk dört bölümde, tercih ettiğin ve etmediğin olmak üzere, katılımcılardan 2 ayrı renk seçilmesi isteniliyor; son bölümde ise, 15 rengi tercih ettiğinden etmediğine doğru sıralama yapılması isteniliyor. Yapılan bu uygulamanın sonucunda, katılımcının karakterinin özellikleri ortaya çıkıyor ve bu özelliklere göre, seçtiğinde daha başarılı olabileceği 25 meslek sıralanıyor. İlk aşamada yapılan Dewey Renk Sistem Testi’nden sonra iki ayrı çalışma yapılıyor. Birinci çalışmada Strong'un İlgi Envanteri uygulanıyor, ikinci çalışmada ise 16PF Kişilik Testi uygulanıyor. Buradaki amaç, Dewey Renk Sistemi’nde ulaşılan sonuç ile psikolojik testlerin sonucunun uyuşup uyuşmadığını anlamaktır. Yani; renk tercihlerinin, insanların karakterlerini yansıtıp yansıtmadığını ortaya çıkarmak hedeflenmiştir.
Yapılan ilk çalışmada Dewey Renk Sistem Testi sonucu ile Strong'un İlgi Envanteri’nin sonucu örtüşmüştür. İnsanların tercih ettiği renklerin, onların karakterlerini yansıttığı sonucuna ulaşılmıştır. 16PF Kişilik Envanteri’ndeki sonuçlar da aynı şekilde bu hipotezi destekledi. Bulgular beklenildiği gibi çıktı, yani insanların sevdiği renkler onların kişilikleri hakkında bilgi verebilir.

Lange, R. & Rentfrow, J., Color and Personality: Strong’s Interest Inventory and Cattell’s 16PF, Energia White Paper # DCS – 23, pp.1-9


Makaleyi İngilizce'den tercüme eden ve özetleyen: Büşra Toktaş

29 Ekim 2010 Cuma

Makale Özeti: Elfhag, K., A Synthesis of Recent Research on Obesity with the Rorschach and Suggestions for the Future, Special Section: Rorschach and

Obezite, batı Ülkerlerinde artan ciddi bir sağlık sorunudur. Yüksek seviyedeki obezite, birçok sağlık problemini de (diyabet, yüksek tansiyon) yanında getirmektedir. Obezitenin önemli bir tanımlaması da beden kitle indeksinin (BKİ) hesaplanmasıdır. 30 kg/m2 ve üzerinde bir değer, obezite olarak tanımlanmaktadır. 25-30kg/m2 değeri aşırı kilo, 30-35 kg/m2 “sınıf I” obezite, 35-40 kg/m2 “sınıf II” obezite, 40 kg/m2 ve üzeri “sınıf III ya da aşırı obezite” olarak sınıflandırılmıştır.
Rorschach, birkaç çalışmasında obeziteye değinmiştir. Bu çalışmada hastalar kişilik düzeylerine göre ayrılmıştır ve sınıflandırmalarda hastalar; uyum yeteneği, konfor isteği, hayal ve esnekliklerine göre seçilmiştir. Bu grupların sonuçlarında, sağlıklı veya az sağlıklı kişiler seçilmiştir. Bu sınıflandırmada, daha az sağlıklı kişiliğe sahip hastaların ortaya koyduğu fiziksel ve zihinsel semptomlara karşı, daha düşük kalorili diyetle iyileşebilmeleri öngörülmektedir. İki gurubun da diyet için uygulamaları farklıdır. Çalışmalarda duyguların fark edilmemesi-ifade edilememesi şeklinde görülen alexithymianın çok fazla görüldüğü belirtilmiştir. Rorschach, hipotezlerinde, alexithymianın fantezi duygularının, obez insanlarda düşük olduğunu söylemiştir. Çalışmada Roschach, bastırma ve inkâr odaklı savunma mekanizmalarını kullandığını söylemiştir. Obez hastalarla normal vücut ağırlığına sahip olanlar arasında, psikopatoloji açısından anlamlı bir fark olmadığını gösteren araştırmaların yanında; obez hastaların daha düşük benlik değerine sahip oldukları, psikopatolojik durumların daha fazla gözlendiği, özellikle depresyon ve kişilik bozukluklarının bulunduğu ortaya konmuştur (Kaplan, 1957). Ayrıca, anoreksiya ve bulimia yeme bozukluklarının, düşünce bozukluklarından kaynaklandığı saptanmıştır.
Bu çalışmada asıl amaç, obeziteyi ve yeme davranışlarını anlama ve iyileşme sürecini ayarlamaktır. Obezite hastalığı, insanlarda sıklıkla depresyona ve diğer psikiyatrik bozukluklara yol açar. Diğer bir deyişle, kişilerin sağlıkla ilgili yaşam kalitesini birçok yoldan etkileyen yaygın bir bozukluktur. Bununla ilgili 6 çalışma yapılmıştır ve birinci çalışmada, gruptaki hastaların depresif özellikli sorunlarla başa çıkma zorluklarına yer verilmiştir. Bu gruptaki hastalar; yüksek eğitimli, düzenli saat aralıklarıyla yemeklerini yiyen ve aynı zamanda çok fazla yemek yiyen insanlardır. Duygusal zorlukları çok karışıktır. İkinci çalışmada depresyon ve obezite, insanlarda çok fazla görülmektedir. Burada, kişisel rapora göre, vücut ağırlığı fazla olan insanların çok fazla ağrıları vardır. Aynı zamanda, bilişte ve algıda yaşanan bozulmaların obeziteyle ilgisinin olmadığı görülmüştür. Çalışma 3’te, yeme davranışıyla birlikte kişilik yapıları da değerlendirilmiştir. Yeme davranışı ekranda ölçülmüş ve stres altında olan insanların aşırı yemek yeme isteğinde bulundukları görülmüştür. Bu çalışmaya göre, yemeğin kokusu ve görünüşü de yeme davranışını artırmaktadır. Çalışma 4’te, tokluk artırıcı ilaç ve onların etkileri gözden geçirilmiştir. Buna göre ilacın yemek alımını azalttığı görülmektedir. Çalışma 5’te, fiziksel zorlukların yeme davranışını azalttığına işaret edilmiştir. Son olarak Çalışma 6’da, algıda ve bilişte yaşanan zorlukların, özellikle erkek şizofreni hastalarında, kilo kaybına yol açtığı görülmüştür. Buna göre, “gerçeklik algısında bozulma” obezitenin zorluklarından biridir.
Araştırmanın sonuçlarına göre, obez insanlarda depresyona ve patolojik bulgulara rastlanılmaktadır. Çalışma 1 ve 2’de kilolu insanların patolojisi daha kötüdür. Çalışma 3’te; gıda alımında, yani yeme oranıyla karakter belirlenmektedir. Tokluk artırıcı maddenin büyük önemi vardır. Duygusal tepki verebilme, kişilik olarak kabul edilir. Kilo verimi olan insanlarda bağımsızlık söz konusudur. Çalışma 4’te ise kilo veriminde ego bozukluklarından, yani algı bozukluklarından kaynaklanan zorluklara yer verilmiştir.
Genel olarak obezite, tanınması en kolay ve tedavisi en zor tıbbi durum olarak tanımlanmaktadır. Bu çalışma, MMPI çalışmalarıyla da kıyaslanmıştır. Buna göre, yeme davranışı oral özelliklerle olur ve oral dönemdeki fiksasyon (psikanalizde belli bir nesneye sıkıca bağlanma) obeziteye neden olmaktadır. Görüldüğü gibi, biliş sürecinde ve yeme davranışında ego çok önemlidir. Bu araştırmada, obez hastalarının en az bir psikiyatrik bozukluğunun bulunduğu saptanmıştır. Obezite ve depresyon arasında önemli bir ilişkinin olduğu bildirilmiştir. Birçok araştırmada, obez hastalarda başta depresyon olmak üzere psikiyatrik bozuklukların yüksek oranlarda görüldüğü bildirilmektedir. Bu bozukluklardan bazıları, hiperaktivite ve dikkat bozukluğudur. Cinsiyetin işlevine de değinerek, erkeklerin obeizteye karşı kadınlardan daha savunmasız olduğu bulunmuştur.
İster farmakolojik, ister psikoterapötik davranış tedavileri olsun; hemen hemen bütün tedavi yöntemlerinde, kilo kaybından sonra hastanın, şiddetli stres altında tekrar eski yeme alışkanlığına döndüğü görülmüştür. Bu açıdan psikiyatrik tedavinin ve izlemin, obezitenin kontrolünde önemi büyüktür. Tedavi yöntemlerinin arasında, kişinin kendisiyle olan algısını değiştirmek tek esastır. Yeme davranışını değiştirmek, yaşamı değiştirmek ve yemekten kaçınma çok büyük ilerleme gösterir. Rorschach ile çalışmak zaman alıcı ve kapsamlı eğitim gerektirmektedir. Rorschach; obeziteye katkıda bulunur, potansiyel bir role sahiptir ve Rorschach yeme bozukluklarını değerlendirir. Yine de; obezite ile psikopatoloji, aleksitimi (alexithymia) ve benlik saygısı arasındaki ilişkiyi açıklayacak yeni araştırmaların yapılmasına fazlaca gereksinim duyulmaktadır.

Elfhag, K., A Synthesis of Recent Research on Obesity with the Rorschach and Suggestions for the Future, Special Section: Rorschach and Health Psychology, Rorschachiana 31, 117–142

Makaleyi tercüme eden ve özetleyen: Merih Öner

Makale Özeti: MOVING AWAY, AGAINST & TOWARD GOD: KAREN HORNEY’s NEUROTIC TRENDS and RELATIONSHIP to GOD

Karen Horney’nin geliştirmiş olduğu üç nevrotik trend (insanlara doğru yönelmek, insanlara karşı hareket etmek ve insanlardan uzaklaşmak), kişiler arası ilişkileri açıklayıp tanımlarken faydalandığımız yöntemlerden biridir. Bu makalede ise Hıristiyan dinine mensup danışmanların ve terapistlerin, yine Hıristiyan dinine mensup danışanların kişiler arası ve Tanrıyla olan ilişkilerini, Horney’nin üç nevrotik trendi (tutumu) üzerinden nasıl tanımlandırıldığı ve klinik alanda bu konuyla ilgili nasıl çalışıldığı anlatılmıştır.
Makalenin yazarlarına göre Karen Horney’nin üç nevrotik tutumu (insanlara doğru yönelmek, insanlara karşı hareket etmek ve insanlardan uzaklaşmak); sadece kişiler arası ilişkileri, evli çiftlerin ilişkilerini ve davranışlarını, ebeveyn-çocuk ilişkisini, terapist-danışan ilişkisini tanımlamada değil; ayrıca kişilerin Tanrıyla olan ilişkilerini tanımlamada da kullanılan bir metottur. Bir terapist bu tutumları iyi bir şekilde tanımlarsa, bu tutumların altında yatan ve hem çevremizdeki insanlarla hem de Tanrıyla olan ilişkimizin temelini oluşturan korku ve kaygılarımızı anlamlandırabilir. Horney’ye göre bu trendlerin hepsi dürtüsel ve inatçı olduğu için, nevrotik olarak değerlendirilmelidir; fakat, iyi entegre edilirse sağlıklı bir boyut kazanabilir. Nevrotik trendlerin birçok tezahürü vardır. Bunların içinde en önemlisi “ideal benlik”dir. Her trend için yaratılan bir ideal benlik vardır ki bu, kişinin sahip olmak istediği benliğin gerekliliklerini içerir. Örneğin, insanlardan uzaklaşma tutumu gösteren kişinin ideal benliğini “başkalarından bağımsızlık” (self -free) oluşturur.
Tanrı ile ilişkiyi değerlendirdiğimizde; Tanrıdan uzaklaşma tutumu gösteren kişiler çevreyi zorlayıcı (intrusive) olarak değerlendirdiği gibi, Tanrıyı da zorlayıcı ve tehditkâr olarak algılar. Bu kişiler, Tanrı’dan zarar görmektense, uzak kalmayı tercih ederler. Bu yüzden bu durumun yarattığı kaygıyla başa çıkmak için kişi, geri çekilme savunmasını gerçekleştirir ve Tanrı’dan uzak durur. Bu tutumu geliştiren kişilerin genelde; geçmişte şiddet, kötüye kullanım, ölüm, maddi sıkıntı ya da hastalık yaşamış kişiler olmaları da, Tanrı tarafından hayal kırıklığına uğratıldıklarına inanmalarına sebep olmuştur. Kişiler “duygusal mesafe” yoluyla bu kaygı ve hayal kırıklığıyla başa çıkmaktadırlar. Buna ek olarak; Hıristiyanlığın Tanrı’ya güveni ve bağlılığı gerektirmesi de, bağlılıktan kaçan ve kendi yeterliliklerine sarılan bu insanlar için ekstra bir kaygı yaratmaktadır. Dinin gerektirdiği birçok aktiviteyi de yerine getiremezler, çünkü insanlarla ilişkiden kaçarlar.
Tanrı’ya karşı hareket etme tutumu gösteren kişiler çevreyi düşmanca ve öfkeli olarak algıladıkları gibi, Tanrı’yı da düşmanca görürler. Tanrı ile olan ilişkilerini acımasızca ve kinci olarak değerlendirirler. Bu kişiler güç ve prestij peşindedirler, çünkü çevrenin düşmanlığıyla güçlü biri olarak başa çıkmaktadırlar. Kişi, Tanrı’nın kriterlerine uymadığını düşündükçe, günahkâr yaşam tarzı iyice benimsenir. “Tanrı bana zarar vermeden ben O’nu yaralamalıyım” düşüncesi vardır.
Tanrı’ya doğru hareket etme tutumu gösteren kişiler, kişisel ilişkilerinde gösterdikleri aşırı fedakâr tutumu, Tanrı ile ilişkisinde de sergiler. Bu kişilere göre, Tanrı çok güçlü ve çok büyüktür. Yine bu kişiler, O’nun sevgisinden ve desteğinden mahrum kalmamak için, Tanrı’ya tamamen bağlı kalıp öfkelerini kesinlikle ifade etmeyip bastırırlar. Böylece günahtan kaçınırlar. Dinin tüm gerekliliklerini yerine getirirler ve kimseye hayır diyemezler. Tüm başarıların ve başarısızlıkların Tanrı’dan geldiğine inanırlar. Bu kişilerin çevreleriyle ilişkilerinde olduğu gibi Tanrı ile ilişkilerinde de saklı bir öfke ve Tanrı’yı manipüle etme arzusu vardır.
Klinik ortamda, kişilerin Tanrı’ya olan bu tutumlarından, temel psikolojik ihtiyaçlarına dair çıkarımlar yapabiliyoruz. Tanrıdan uzaklaşma tutumu gösteren kişinin temel kaygısı, zorlayıcı (intrusive) etmenlerdir ve bu kaygıyla başa çıkma yöntemi, geri çekilmedir. Tanrı ile olan ilişkisinde de hayal kırıklığından kaçmak için Tanrı’dan uzaklaşır. Bunun sonucunda kişi, kendine yeterli ve başkalarından bağımsız bir ideal benlik geliştirir. Bu kişilerin Tanrı’nın ve diğer insanların tehditkâr ve zorlayıcı olmadıklarını öğrenmeye ihtiyacı vardır ve Tanrı ile yakınlık kurmaya teşvik edilmelidir. Tanrı’ya karşı hareket etme tutumu gösteren kişilerin temel kaygısı düşmanlıktır. Bununla başa çıkma yolu ise savaşmaktır. İdeal benlik olarak güçlü, kusursuz ve herkesin başarılarına şahit olduğu bir benlik ortaya çıkar. Bu tutumdaki Hıristiyanlara göre Tanrı’nın idealindeki benlikte de bu özellikler vardır ve eğer kişi bu özelliklere sahip değilse, Tanrı’nın düşmanca davranacağını düşünür. Bu sebepten dolayı, bu tutumun altında zayıf olma korkusu yatar. Bu kişilerle çalışırken, onlara, Tanrı’nın misillemeci olmayan (non-retaliotary) bir yapıda olduğu anlatılmalıdır. Tanrı’ya doğru hareket etme tutumu gösteren kişilerde temel kaygıyı, Tanrı tarafından yalnız bırakılmak oluşturur. Bu kaygıyla başa çıkmak için Tanrı’ya tam bağımlılık geliştirilir. İdeal benliği ise benliksizlik, sürekli anlayışlı ve başkalarına bağlı olmak oluşturur. Bu tutumdaki Hıristiyanlar, Tanrı’nın kurallarının çok katı olduğunu ve buna taviz vermeksizin uymak zorunda olduklarını düşünürler. Bu kişilerle çalışırken onlara eğlenmeyi ve özgür olmayı keşfetmelerinde yardımcı olunmalıdır. Baskıcı bir kaygı hissetmeden ibadet etmeye teşvik edilmelidirler.
Sonuç olarak, her türlü ilişkide olduğu gibi Tanrı ile olan ilişkide de sağlıklı olabilmek için, katı ve inatçı bir şekilde sadece bir tutumu yüceltmek yerine, her üç tutumu da dengeli bir şekilde kullanmalıyız.

Parker, S., Dewberry, J., Lloyd, B., Smith, J.R., Moving Away, Against and Toward God: Karen Horney’s Neurotic Trends and Relationship to God, Journal of Psychology and Christianity, 2009, Vol. 28, No. 1, 36-43

Makaleyi İngilizce'den tercüme eden ve özetleyen: Melike Alp

Makale Özeti:A Multimodal Behavioral Approach to Performance Anxiety

There are many different approaches in Behavior Therapy and Multimodal Behavior Therapy is one of them which is originated by Arnold Lazarus.
Although many behavioral therapies are trimodal (ABC- Affect, Behavior, Cognition), multimodal therapy has 7 modalities which are Behavior, Affect, Sensations, Imagery, Cognition, Interpersonal relationships, and Drugs/biology (BASIC I.D.). Mutimodal therapy studies on these modalities which are distinct from each other but interacting at the same time.
In this article, Lazarus and his colleague gives many example cases about different performance anxiety types and treatment in these cases according to the multimodal therapy approach. Some simple and obvious tactics to overcome performance anxiety are cited also in this article.
The most common form of performance anxiety is speaking in the public. People suffering from this problem usually think that they will forget what they will say, they may do mistakes, and etc. Breathing exercises and relaxation techniques will be helpful in these conditions according to the authors.
Another common problem about performance anxiety is sexual performance anxiety. For these kind of problems, it will be helpful that the therapist should explain everything clearly and the client should dispel the myths too. It will also be helpful to suggest the client to read books about these kind of topics.
The last and the most mentioned about case in this article was DeAngelo’s who was a violinist in a very big orchestra and suffering from performance anxiety. Multimodal therapy techniques were applied to him. Systematic desensitization applied from the least feared thing to the most feared one. He was also shown how to use deep muscle relaxation and diaphragmatic breathing. After reaching the most feared one, the next step was to ask DeAngelo to play violin for the therapists in the clinic. Some homework assignments were given to him such as doing rehearsal with the orchestra once in a day.
After the third quarter of the therapy, he was mostly got rid of his fears. It was also understood that he also have problems with his practice of masturbation. The thing that the authors said about this problem, psychoanalytic approach could be better for this situation. However they used systematic desensitization by making a hierarchy for this problem too. The therapy of him lasted three and a half month and he was totally cured as he said.

Arnold A. Lazarus & Arnold Abramovitz, a Multimodal Behavioral Approach To Performance Anxiety, JCLP/In Session, Vol. 60(8), 831–840 (2004)

Makaleyi özetleyen: Zeynep Arabacı

Makale Özeti:The Future of Technical Eclecticism

In recent years there is an increased interest about eclecticism among psychotherapists. Therapists realized that there is not only one way to treat the client. It is better to use techniques, which are taken from different theories and way of thinking, on the client because there is not an orientation which is efficient in all cases.
Eclecticism means that taking the best and the most useful ways from a theory or a method and using it.
Eclecticism exists since long years. It is used by many psychotherapists. Freud also used eclecticism by integrating different methods.
Frederick Thorne was the first psychotherapist who thought that one way of treatment from a single theory is not good enough and Lazarus is the one who has brought the term technical eclecticism.
The authors in this article states that if a technique is successful to solve the problem, it does not mean that the theory is also a good one which the technique is belong to. It means that technique of the theory is good. It is not the theory used on people; it is the technique which is used on people.
Also it is stated that there cannot be a single technique or a theory to treat all the problems. There should be many and the most suitable one should be used according to the characteristic of the client and the type of his/her problem.
The other idea in this article is, not only the technique taken from a theory, also therapeutic relationship between the therapist and client is also important and the best fitting should be used. How close their relationship is whether client oriented or therapist oriented therapy is applied and etc. is also important.
According to the authors, all the theories almost equally effective for some cases like diagnosis of the problem but it is needed to select the best fitting technique from various theories for the treatment.
Another idea from this article is that not only the students match the patient and the therapy technique for the problem; they also should be competent to treat all these problems and should be able to use multiple theories in the future.
The last point mentioned about in this article is that didactic courses about technical eclecticism should be given, different kind of textbooks should be read in order to have an eclectic idea, and training institutes should be established in order to teach eclecticism and so on.

A. Lazarus, L. Beutler & J. Norcross, The Future of Technical Eclecticism, Psychotherapy, Spring 1992, Volume 29, N:1, pp.11-20

Makaleyi özetleyen: Zeynep Arabacı

27 Ekim 2010 Çarşamba

Makale Özeti: The Rorschach in Planning Treatment of Alcohol Addiction Patients

Bu makalede; Alkol bağımlısı hastaların, alkolü ne kadar kötüye kullandıkları klinik bulgular tarafından belirtilmiştir.Alkol bağımlılığı psikiyatrik sorunların kümesinde sık sık görülmektedir.Alkol bağımlılığından bağımsız olarak aynı anda epidemolojik hastalıklarda bulunmaktadır.Alkolle birlikte bulunan düzensizliklerin veya hastalıkların içinde ruhsal sıkıntılar,kaygı bozuklulkarı ve kişilik bozuklukları gibi rahatsızlıklar da bulunmaktadır.Ve alkol bağımlılığı artmış insanlarda yönetmek gibi davranışlarda görülmektedir.Alkol bagımlılıgında verimli iyileşme için odak noktası bulunamamıştır.Araştırmalar kişilik davranışlarının etiyolojisini ve madde kullanım bozuklukları yönünü kanıtlamaya çalışmaktadır.
Kişilik bozuklukları olan hastalar için rutin bağımlılık tedavisi kişilik özelliklerine karşı yararlı olmayabilmektedir.Farklı hastalarda farklı tedavi yöntemleri uygulanmaktadır.Zor durumdan kurtarma bağımlı kişiler için farklı eşlesmeyi kolaylaştırabilmektedir.Araştırmalar gösteriyor ki tedavi etkinligini artırmak için belirli hastalara belirli tedaviler uygulanmaktadır.
Uyumsuz kişilikli olan hastalar tedavi yöntemleriyle de riski azaltılabilir ve bu teknikleriyle alkol bağımlısı hastalarda bakımı artırılabilir. Alkolü kötüye kullanma, hasta ve terapist arasındaki kişiler arası motivasyonu değişmede en güçlü belirliyecilerden biridir. Araştırmalar bu iletişimi iyileşmenin verimliligi açısından çok önemli olduğunu göstermektedir. Tedavi başlangıcı genellikle 4 hafta içinde yaklaşık % 50 dir. Klinik sonuçlar arasında tedaviyi erken terk eden veya tedavi edilemeyen hastalarda hayal kırıklığı ve cesaretsizlik olduğunu göstermektedir. Bu tür alkol bağımlılığı değerlendirme yazıları Rorschach testi hakkında çok az yazılmıştır.
Kişilik değerlendirmesi olarak belirlenen Rorschach kullanımı önemli tartışmalar yaratmaktadır.Fakat başka bir yerden ele alırsak Rorschach’nın avantajları vardır ve bu önemli bilgi kaynagı olabilir. Rorschach protokollerinde yapılan araştırmalarda alkolu kötüye kullanım,istismar,duygusal sıkıntı,öz eleştirsel düşünce ve kişiler arası zorluklar için iyileşme programı tamamlanmış ve problemlerde ise MMPI’ da değinilmemiştir.
Rorschach kapsamlı ve sistemli alkol bağımlılıgıyla kadınların kişilik özelliklerini belirlemek içinde(benlik kuramı ,öz saygı ,kimlik sapmaları ,kişiler arası algı ve düşünce süreçleri gibi)kullanılmıştır.Bir başka araştırmada iki erkek grup karşılaştırılmış ve Rorschach testi kullanılmıştır.Burada başvurulan tanılar borderline kişilik bozuklugu ve karışık kimlik bozuklugudur. Borderline grup düşünce ve kafa karışıklıgı olarak daha çok patolojik grupta kendini gösterir. Rorschach kapsamlı, sistem bilişsel, duygusal ve sosyal işleyişi hakkında alkol bağımlılığı ve tedavisi için etkileri bulunmaktadır.
Weiner göre hastanın düzeyleri ve öznel sıkıntılarını belirlemede Rorschach’nın yardımcı olduğuna ve ayrıca hastaların kişilik özellikleri arasında ayrım yapmaya yardımcı olduguna değinmiştir. Bu araştırmada alkol bagımlılıgı, klinik sendromlar ve kişiler arasındaki ilişkileri göstermek için vaka çalışmaları yapılmıştır.Alkol bağımlılığı tedavisinde motivasyon çok önemlidir. Grup tedavisi olarak sağlanan ilişkiler için de programlar sunulmuştur.
Bu makalede iki kişinin vakası ele alınmıştır.Araştırmadaki katılımcıların ikisi de bayan ve alkol bagımlılık tedavisi alıyorlar.Her iki hastaya da, alkol bagımlılıgı ve depresyon bozuklugu tanı kriterleri ICD-10’a (International Statistical Classification of Diseases and Related Health Problems) göre ayarlandı.Hastalar 3 hafta yatarak tedavi ve 12 hafta ayakta grup tedavisi için motive edildi.Hastalar ilk haftalarda depresyon modunda ,yorgun, ve değersizlik duyguları içerisinde bulunmuşlardır.
Bu çalışmada MINI,SCID-II(Structured clinical interview for DSM disorder) , MMPI 2 (Minesota Çok yönlü kişilik envanteri)ve Rorschach envanterleri uygulanır.MINI kısa yapılandırılmış görüşmelerdir , psikiyatrik hastalıkları ele alır fakat kişilik bozukluklarını içerisine almaz.SCID-II; yarı yapılandırılmış görüşmelerdir ve kişide kişilik bozuklulugu bulunmaması takdirinde uygulanabilir.MMPI-2 567 sorudan oluşan bir kişilik envanteridir.Psikopatholoji ve kişilik fonksiyon özelliklerini içerir.Rorschach ise kişilik değerlendirmesi için yapılan performansa dayalı bir yöntemdir.
Birinci vakada Elisa 6 yıldır alkol almaktadır.6 aydır depresyon modunda, ıuykusuzluk var, umutsuz, kilo veriyor,enerjisi düşük ,motivasyonu yok ve hafızasında bir fakirleşme vardır.Elisa ‘nın babasıda alkol bağımlısıdır.MINI’ ya göre Elisa major depresyonda , distimik rahatsızlığı var ve alkol bağımlısıdır.SCID-II ye göre depresif kişilik bozukluğu vardır.MMPI 2 ye göre somatizasyon olarak hastalıkları fiziksel olarak ortaya çıkmış ve diagnozlarda somatoform,kaygı ve depresyon bozuklugu bulunmaktadır. Rorschach’ ya göre ruhsal bozukluk veya kronik eğilim ve son zamanlarda depresif dönemleri vardır.
İyileşmede duygusal sıkıntılar ölçülmektedir.Alkol bağımlılığı ve distimi comorbid olarak birlikte bulunmaktadır.Kognitif davranış terapisi kullanılmış bu çalışmada,hastanın içgörü kazanması gerektirilmiştir. Stratejilerde kendi ve dünya hakkındaki olumsuz düşünceleri uzaklaştırmak vardı.12 hafta süren bir grup tedavisinden sora Elisa pozitif bir ilişki yaşamaya başlamıştır.Kognitif davranış terapisinin depresyon ve alkol tedavisinde çok önemli yeri vardır.Elisa grup tedavilerine devam etmektedir ve iş yaşamı düzene girmiştir.
2. vaka da Nathalia MINI envanterine göre major depresyonda ve alkol bağımlılığı var.SCID-II ye göre çekingen,obsesif ve borderline kişilik bozuklugu var. MMPI 2’de kızgın, köşeye sıkışmış ve olumsuzluga kapılmıştır.Diagnozlar distimik,pasif agresif bozukluk ve borderline kişilik bozukluğunu göstermektedir. Rorschach’ya göre değişmez ve kötümser düşünceleri vardır.Olayları herşeyi iyi ya da herşeyi kötü olarak algılamaktadır.Bu sonuçlara göre büyük bir psikopatolojik sorun oldugunu göstermektedir.Nathalia yogun bireysel terapiye ara vermiştir.Alkol tedavisi için motivasyon çok önemlidir.
Sonuç olarak Rorschach alkol bağımlılığı ve kişilik özelliklerini belirleme de önemli bir envanterdir. Rorschach diğer klinik gruplara göre yavaş ilerleme göstermektedir. Araştırmalarda her 2 kadına da ayrı tedavi yöntemleri ve terapiler uygulanmaktadır. Alkol bağımlığı kişilik özellikleri veya bu durumun altında yatan fonksiyonlarını tespit etmek için bağımsız bir durum olarak ortaya çıkar. Rorschach, biraz zaman alıcı olsa da, güçlü tanımlayabiliriz ve diğer kaynaklar aracılığıyla kullanılamaz. Alkol bağımlılığı nedeniyle bağımsız bir durum ortaya çıkmıştır. Rorschach kişilik özelliklerini ve bu durumun altında yatan fonksiyonları tespit etmek için önemlidir.

Makaleyi İngilizce'den tercüme eden ve özetleyen: Merih Öner

Makale Özeti: Object Relations Theory, Buddhism, and the Self: Synthesis of Eastern and Western Approaches

Nesne ilişkileri teorisi, ego, ve benlik psikolojisi ‘self’ kavramını birbirlerinden farklı şekilde öne sürmektedirler ve benliğin gelişim aşamalarını ilgili olduğu hastalıklarla birlikte kendi açılarından açıklamaktadırlar. Farklı teoriler farklı bakış açıları demektir ve tedavi aşamasında da farklı terapiler yapılmaktadır Benlik beş bin yıldan beri doğu ülkelerinde metafizik ve din alanlarında araştırılmaktadır. Budizm e göre ‘benlik’ patolojik bir şeydir ve insanın kendisiyle ilgili her şey, egosu, kendilik hissi bunların hepsi bir illüzyondur ve acının başlıca kaynağıdır. Bu yüzden Zen ustaları ( Zen, Budizm okullarına verilen addır ve bu yerlerde Budistler yetiştirilir aynı zamanda zen kelimesi oturarak meditasyon anlamına da gelmektedir.) duygusal problemlerin yerine aklın ve dünyanın gerçek doğasıyla ilgilenirler. Çünkü kendilik insanı acıya sürükler, asıl aydınlanma insanın dünyanın gerçeklerini ve aklın doğasını bilmekle sağlanmaktadır. Öbür taraftan Budistler duygu olarak bir tek acıyla ilgilenirler ve acıyı insanların başkalarına bağlandıktan sonra, bu bağı kaybettiklerinde duydukları his olarak kabul ederler ve bu yüzden kimseye aşık olmamayı, birine bağlandıktan sonra kaybedip acı çekmekten iyi olarak savunurlar. Yani felsefeleri, kimseye bağlanma yoksa bağlanır ve kaybettiğinde acı çekersindir. Budizm’in gelişimsel teorisi yoktur bunun yerine kendiliğin beraberinde getirdiği hastalıklarla ilgilenirler. Öbür taraftan batılıların gözünden benlik kavramına baktığımızda iki yüzü aşkın psikoterapi çeşidini görürüz fakat birçok psikoterapi çeşidi olmasına rağmen çok az bir kısmı benlik kavramını yanılsama olarak görmektedir. Çoğu çalışma benliği güçlendirmeye çalışmakta, acı ve zevk alanına yönlendirmektedir. Batılı psikoterapileri gösteren beş çeşit meta psikoloji (parapsikoloji) vardır. Bunlardan ilki Freud, Anna Freud, Hartmann, Horner un fikirlerini içeren ego psikolojidir. Bu dal egonun vasıflarının ve kapasitesinin gelişmesini inceler. İkinci olarak nesne ilişkileri teorisidir ve terapide, kişinin bebeklikteki gelişimini ve danışanın ilişkilerini inceler. Bir diğer tedavi çeşidi benlik psikolojisidir. Terapideki kişinin gerçekler yerine kendi doğrularına yönelmesi ve onlara göre davranış sergilemesini ve bu konudaki gelişmelerini incelemektedir. Reich ve bio enerjik gelişim psikolojisi de bu parapsikoloji teorilerinden biridir. Benlik ve duyguların doğruca bedenden kaynaklandığını düşünmektedir. Son olarak da bilişsel davranışsal terapi vardır, bu terapide uygunsuz benlik düşüncelerinin bilişsel durumunu incelemektedir. Terapi benlikle ilgili davranışları değiştirmeyi ve farkındalığı kazandırmayı amaçlamaktadır. Ben ötesi psikologlar psikolojik evrimin hiyerarşik aşamalarla geliştiğini öne sürmektedir. Varoluşçu psikologlar ise insanların yaşamın acısını tolere etmeleriyle ve gittikçe güçlenmeleriyle iyileştikleri fikrine karşı bir düşünce sunmaktadırlar. Varoluşçu psikologlar ben ötesi psikologların teorisine karşıt bir düşünce geliştirmişlerdir.
Günümüzde meditasyonlar terapilerde kullanılmaktadır. Zen ustaları farklı meditasyonları farklı amaçlar için kullanmaktadırlar. Meditasyonlar egoya duygularıyla başa çıkabileceği teknikler öğretmeyi amaçlamıştır.
Son olarak insanın kendisiyle olan asıl problemi insanlık ve ilişkilerle ilgilidir aşk, ilişki duygular, hayatta yaşamayı öğrenmenin, aydınlanmanın doğusu batısı güneyi kuzeyi yoktur.

Makaleyi İngilizce'den tercüme eden ve özetleyen:Şeyma Kama

Makale Özeti: Din ve Psikiyatri

Yalom, psikiyatri bölümü tarafından Oscar Pfister ödülüne layık görüldüğünde, gerçekten çok şaşırmış, çünkü kendisi bir ateistmiş. Ona, bu ödülü kendini dinsel sorulara adadığı için verdikleri söylenmiş. Bunun üzerine Yalom yazdığı bu makalesinde, din ve psikiyatri konusunu ele alarak ve hissettiği uyumsuz düşüncelerin, şaşkınlığın, varoluşsal teröpatik süreci nasıl etkilediğini bizlere sunmuş. Ayrıca, varoluşsal psikoterapi ve dinsel avuntuyu-teselliyi karşılaştırmış. Ona göre, bu iki yaklaşım karmaşık bir ilişki içerisinde. Bir manada, bu iki kavram, aynı soydan gelen kuzenler gibiler. Her ikisi de aynı görev olan insanın hissettiği temeldeki umutsuzlukla uğraşmaktadır. Hatta bazen aynı metodları kullanıyorlar, birebir ilişki kurmak, itiraf, içsel inceleme, başkalarını affetme ve kendilik gibi.
17. yüzyılda birçok filozof, temelleri dine dayanan varoluş konusuyla yakından ilgiliydi. Onların bu düşünceleri tamamen din kaynaklı değildi, fakat din kurumları filozoflara entellektüel bir etkinlik alanı sunuyordu. Bu durumun hem pozitif hem de negatif yönlerini tanımlayabiliriz. Pozitif yanı, din kurumları, filozofları entellektüel faaliyetlere teşvik ediyor ve destekliyorken, negatif olarak ise, yine bu din kurumları düşünülecek konular ve hangi problemlerin ele alınabilececeği konusunda bazı kısıtlamalar getiriyorlardı.
Yalom, çocukluk dönemindeki din eğitimini tam bir eğitimsel felaket olarak tanımlıyor: “Ailemin Yahudi Sinagogu hiç hoşlanmadığım bir şekilde tamamen katı, esnek olmayan, otoriter bir yapıya sahipti. En sonunda, bu durum beni o yıllarda bir Tanrı inancı olamayacağı kararına itti.” Schopenhauer bir sözünde, din inancının, eğer gelişecekse, çocukluk döneminde başlaması gerektiğini söylüyor. Sanırım bu nedenle, Yalom o dönemlerde, hiçbir şekilde inanç düşüncesini yüklenmemiş ve tüm diğer mantıksız inançlar gibi, korkular gibi, Tanrı inancının insana bir yük olduğunu ve kişinin kendini gerçekleştirmesinde bir engel olduğuna inanmış. Git gide bu düşünce Yalomu varoluş hakkında daha bilimsel, materyalistik bir bakış açısına yakınlaştırmış. Yıllar Yalom’un, din ve bilimsel dünyanın birbiriyle uyumsuz olduğuna inanarak ilerlemiş. Ergenlik ve üniversite dönemlerinde, ölüm, anlam, özgürlük ve ilişkileri konu olan kurgu romanlarına, özellikle Rus ve Fransız yazarlara, çok düşkünmüş. Psikiyatri eğitimi süresindeyse, Freud yanlı bir ortodoks analizinden geçerken, kendini çok rahatsız hissetmiş Yalom. Bu süreç sonunda analitik eğitimin kendisini rahatsız hissettirdiğini ve kendisini dini tutuculukla karşılaştırdığını ifade ediyor. Bu sırada, Rolla May’in yayımlamış olduğu “Varlık” adlı kitap, kendisini çok etkilemiş ve ona umutsuzluğa karşı yeni bir perspektif kazandırmış. Bu nedenle, hastalarını seçerken artık kendisini ölüm ve yaşam konularında düşünmeye zorlayacak olmasına dikkat etmiş. Bu hastalar genelde metastatik (vücutlarının başka bölgelerine yayılmış olan kanser hücreleri) kanseri olan kişilermiş. Hastalarla ilk önce bireysel çalıştıktan sonra onları grup terapisine almış ve burada keder, ıstırabın bizi sadece nasıl bir kayıpla yüzyüze getirmesi değil, ayrıca bizi ölümle de karşıkarşıya getirmesi üzerine yoğunlaşmış. Tüm bu deneyimlerinden sonra “Varoluşçu Psikoterapi” kitabını yazmaya karar vermiş.
Yalom kitabında, varoluşçu psikoterapiyi şöyle tanımlıyor: Bireyin varolmasından kaynaklanan endişelere odaklanan dinamik bir terapi yaklaşımıdır. Burada dinamik derken, bilinçdışı ve bilinçli güçlerden, güdülerden ve korkulardan bahsediyor. Daha sonra şu soruyu soruyor, bu güçlerin, güdülerin doğası nedir? Bunlar, varolmanın getirileriyle yüzleşilmesinden kaynaklanan çatışmalardır cevabını veriyor. Varolmanın getirilerini de şöyle sıralıyor: Ölüm, Yalıtım, Anlamsızlık ve Özgürlük.
Peki varoluşsal terapi pratikte nasıl işliyor? Bu soruyu cevaplandırmak için dikkat etmemiz gereken iki nokta var. İçerik ve süreç. İçerik de daha önce bahsettiğim gibi dört temel endişe yer alıyor. Süreci ise Yalom şu şekilde tanımlıyor: “ Terapist ve hasta arasındaki kişilerarası ilişki ”. Buradaki etkileşim sözel ifadelerin yanı sıra sözel olmayan etkileşimden, yani davranışları da içeriyor. Ayrıca, terapide iyileşmeyi sağlayanın, teori değil, terapist ve hasta arasındaki ilişki olduğuna dikkat çekiyor. Varoluşsal sorunların derin bir şekilde terapist-hasta ilişkisini, ve her bir terapi seansını etkilediğini de ekliyor. Terapist ve hastanın yaptığı ittifağı, uyum olarak tanımlıyor ve kesinlikle hastalardan takip ediciler diye bahsedilmemesi gerektiğini, “onlar” ve “biz” diye bir şeyin olmadığını, hasta ve terapistin bir olması gerektiğini söylüyor.
Her insan ölüm, anlamsızlık, yalıtım ve özgürlük anksiyetesi yaşar – ve din burada insanın basit bir girişimi olan varoluş anksiyetesini bastırması olarak ortaya çıkar. Bu nedenden dolayı, dinin her yerde ve her zaman bulunmasının sebebi, varoluş anksiyetesinin her an her yerde bulunmasıdır.
Biz insanlar bu dünyada bir anlam arayan mahlûkatlarız. Hayattaki en önemli görevlerimizden biri, hayatta kalmak için bir neden bulmaktır. Bu arayış bizi bazen krizlere sürükler. Victor Frankl bir sözünde şöle demiş: “Bilinçli olarak hayatta bir amaç aramak yerine, o anlamı, otantik varoluşu meydana çıkarmak, kendini aşmak için çabalamak daha anlamlı.”
Oxford’un ingilizce sözlüğünde, “din” şu şekilde tanımlanmış: bağlanmak, birleştirmek. Yalom da bu anlamı kullanarak, dinin ve psikoterapinin açık bir şekilde aynı görevleri, birer bağlantı görevi taşıdıklarını söylüyor. Din, insanlara çok güçlü bir bağlantı sağlar. İnançlı bir insan, sadece kendi varlığından değil ayrıca bu varolmanın nihai bir birleşmesi (sevilen ve kaybedilen kişiler ile, Tanrı ile) olduğunun da farkında olan insandır. Birçok insan şüphesiz bir dine sosyal bir bağlantı amacıyla bağlanmıştır. Yalom bu sözleriyle dinin ve psikoterapinin temelde aynı işlevlere sahip olduğunu sölüyor. Fakat din konusunda terapi ortamında dikkat edilmesi gereken bazı noktalara da değinmiş. Hiçbir terapistin kendi dünya görüşünü hiçbir şekilde karşısındakine empoze etmemesi gerektiğini, terapistin görevinin karşısındakine yardımcı olmak, yani empati yaparak karşısındakinin inanç sistemini mümkün olduğunca anlamaya çalışmasıdır diyor.
Sonuç olarak, Yalom önce farkında olmadan daha sonra ise başkalarının ona fark ettirmesiyle din konusuna merak sarmış ve din ile psikiyatri arasındaki ilişkiyi incelemiştir bu süreçte onu varoluşçu olmaya itmiştir.


Makaleyi İngilizce'den tercüme eden ve özetleyen: Beyza Albayrak

25 Ekim 2010 Pazartesi

Makale Özeti: Personality Structure in Chinese School Children: Is the Five-Factor Model Adequate?

In order to support universality of “Five- Factor Model”, Digman and Inouye (1986) conducted a research by using teachers’ rating scales for school children in a Hawaiian sample. This study was also conducted to test universality of the model with a different sample which was a group of school children in Beijing, China.
There were 493 students who were rated by their teachers. The rating scale which was also used by Digman and Inouyes contained 43 items such as happy, spoken, touchy, jealous, imaginative, socially confident etc. The items translated to Chinese language carefully.
As a result, it was found that, four major factors in this study were strongly correlated with four of the big five factors which are agreeableness, conscientiousness, inquiring intellect and social surgency. The fifth and sixth factors which are emotional stability and ego strength were also evident.
Conscientiousness; all of the scales for the conscientiousness factor from the study of American children loaded on the conscientiousness factor for the Chinese children. It was also found that, the meaning of being conscientiousness in Chinese culture also includes to be more cautious and methodical in choosing course of action. Avoiding rudeness also seems to be conscientiousness as well. It shows as that, there are also some differences between these two cultures in the meaning of conscientiousness.
Social Surgency; is less important in Chinese culture. Being willingness to say something is remained an aspect of social surgency in Chinese culture where as, verbal surgency migrated to inquiring intellect.
Agreeableness; it was the most similar factor between two cultures by the meaning of definition and having importance.
Emotional Stability; it was the most reduced factor in Chinese culture. This suggests that portions of what would be regarded as emotion instability in the west might be regarded as social incompetence in Chinese culture.
Inquiring Intellect; this factor for the Chinese children contained all of the scales for the American children except “adaptable.”
Ego Strength; it was a factor that quite dissimilar from other factors which was found in other researches. It is, generally speaking authoritarian cultures may provide individuals with sensible concerns about things to which they are unwilling to inwardly adapt.
Lastly, the big five factors were easily recognizable among Chinese children as well. However, there are differences found between Chinese and American cultures such as inquiring intellect was more important among Chinese than among American school children.

Zeng Q., & Draper T. W., & Lin C. (2003). Personality Structure in Chinese School Children: Is the Five-Factor Model Adequate? African and Asian Studies, 2, 213-232.

Makaleyi özetleyen: Merve Feyizoğlu

Makale Özeti: Associations between the Five-Factor Model of Personality and Health Behaviors Among College Students

The aim of article is measuring the relationship between five factor model and health behaviors among college students. In order to measure it, students were invited to participate in the survey via an e-mail message in mid-October 2006 in the northeastern United States.
There were 583 college students and they were wanted to complete the American College Health Association–National College Health Assessment and the International Personality Item Pool Big Five short-form questionnaire. The ACHA-NCHA survey consists of 240 questions which are assessing the health behaviors such as health education, alcohol and cigarette using, sex behaviors, exercise and mental and physical health. The IPIP survey consists 2,000 items which are measuring personality characteristics.
As a result, it was found that, conscientiousness was most associated item with a health- promoting lifestyle. Participants who were more likely to be high conscientious, also more likely to wear seat bealts , get enough sleep, utilize alcohol and consume fruits and vegetables. Also, highly conscientious participants were less likely to smoke cigarettes, consume alcohol, and being drunk. It can be also said that conscientious individuals may be highly socialized to follow rules such as wearing seat belts and not consuming alcohol before reaching the legal age. We can also interpret that, conscientious individuals are trying to prevent future risk of such as developing cardiovascular disease and cancer by adopting regular exercise and eating fruits and vegetables which means by showing planning behaviors.
Participants high in extraversion were more likely to engage in several deleterious health behaviors which includes increased cigarette smoking, alcohol use. They were also more likely to increased number of sexual partners, and decreased amount of getting enough sleep.
Although it was not found a significant association between neuroticism & agreeableness and health behaviors, it was reported that high in neuroticism smoked more cigarettes and were less likely to get enough sleep to feel rested. And, individuals high in agreeableness reported decreased being drunk, and decreased number of sexual partners increased use of alcohol, and decreased number of sexual partners.
When we look to last item which is openness, it was predicted increased consumption of fruits and vegetables, but it was not found a significant relation between openness and personality characteristics.

Although being extraverted and conscientious were found related with healthy behaviors, it can be concluded that, personality dimensions plays a minimal role in most of the healthy behaviors among college students.
Finally, although earlier studies examined personality traits and health behaviors individually, this is the first study conducted with US college students that examines the complete FFM of personality and a wide range of preventive and risky health behaviors.

Raynor D. A., & Levine H. (2009). Associations between the Five-Factor Model of Personality and Health Behaviors Among College Students. Journal of American College Health, 58, 73-81.

Makaleyi İngilizce'den özetleyen: Merve Feyizoğlu

Makale Özeti:Why Can’t a Man Be More Like a Woman? Sex Differences in Big Five Personality Traits Across 55 Cultures

The aim of this article was, observing sex differences in personality traits and providing evidence of widening gap between men’s and women’s personality traits in developed and more egalitarian countries. There were 17,637 participants from 55 different nations. All participants were administered the BFI (Big Five Inventory) personality traits.
Findings showed that, women were significantly higher than men in the level of neuroticism, agreeableness, extraversion and conscientiousness. The factor of openness to experience was mixed across cultures. In 37 cultures, men scored higher than women where as in 18 cultures, women scored higher than men.
Sexual differences were also correlated with Hofstede’s individualism dimension. More individualistic cultures as Western nations showed greater sex differences in personality traits rather than non- Western collectivistic cultures.
It was also shown that, differences between men and women in their personality traits become more extreme with the increasing development of human society. In more egalitarian societies, the personality traits of men and women become less similar. In more traditional and less developed cultures a man is, more like a women.
The correlation between, higher levels of human development which includes long and healthy life, high level of knowledge and education and economic wealth, were the main nation-level predictors of larger sex differences in personality. The important cause of sex difference across cultures, was seen because of the some changes in the men’s personality traits.
In traditional countries, division of labor between men and women is more disparate than in egalitarian countries. In traditional countries, women occupy roles which need more domestic behaviors then men do and men show more agentive and domiant sex role performence. So, it shows us that, the gap between personality traits of men and women widens as the society in which they live more modern and economically sufficient. This study also confirms these findings including several African and Middle East countries as well.

Schmitt D.P., & Voracek M., & Realo A., & Allik J. ( 2008). Why Can’t a Man Be More Like a Woman? Sex Differences in Big Five Personality Traits Across 55 Cultures. Journal of Personality and Social Psychology, 94, 168-182.

Makaleyi İngilizce'den özetleyen: Merve Feyizoğlu

Makale Özeti:Zen Buddhism, General Psychology, and Counseling Psychology

Zen Budizm’i, Budizm’in Hindistan’da başlayan bir çeşididir ve sonrasında Çin’e ve Japonya’ ya yayılmıştır. Zen’in amacı, gerçek hayatı deneyimlerken dünyayı algılamamızda gerçekçi, açık, yeni bir yol geliştirmektir ve bu görüşe ebediyen ulaşmaktır. Bu görüşe ‘satori’ adı verilir. Satori, aydınlanma anlamına gelmektedir. Aydınlanma, Budistlerin ulaşabileceği en yüksek seviyedir. Satori kavramı hakkında tartışmalar günümüzde de devam etmektedir. Nasıl bir hal olduğu, nasıl ulaşıldığı ve birinin bu duruma ulaşabilmesi için neler yapması gerektiği, tartışmaların konusu arasındadır. Tartışmalar devam etse de, Budizm’de satorinin anlamı; temiz, pürüzsüz bir farkındalık ve gerçekliğe, gerçeklere açıklık getirme anlamına gelmektedir ve geçerli bir kavramdır.
Zen’ e göre insanın, bireysel deneyim özgürlüğüne zarar verebilecek şeyler tiksindiricidir; yani insan dünyayı deneyimlerken özgür olmalıdır. Bu makalede de, özgür iradeyi engelleyen şeylerden en önemlileri olarak; ikili düşünme, özne nesne ikilemi ve de formlara bağlanma alınmıştır.
‘Dualistic thought’ kavramı, ikili ve zıt kavramları, düşünmeyi içerir. Mesela, bir şey ya olabilir ya olmayabilir ya da bir A veya A olmayan vardır; bir şey, herhangi ikisini içeremez. Zen de bu düşünceye karşı çıkmakta ve deneyimlediğimiz şeylerle isimlendirdiklerimiz farklı olabilir demektedir; yani aslında A dediğimiz A olmayabilir ya da A demediğimiz A olabilir. Belki biz o şeyi A olarak adlandırıyoruz fakat deneyimlerimizin çoğunda A değil. A maddesi veya olayı, ‘belki de bizim hiç isimlendirmediğimiz bir şey’ diyerek, bu kavramı deneyimlerimizdeki engel olarak görmektedir.
Özne-nesne ilişkilerini ele alırsak, göz önünde bulundurulan en önemli iki madde; dil gelişimi ve kendilik kavramıdır. İnsan doğduğunda kendini, ben, yani özne olarak görür ve kendisinin dışındakileri diğerleri, yani nesne olarak görür. Dili öğrenirken de insan kendini özne olarak adlandırır ve geri kalanları adlandırırken de hep ‘kendisinden başka’, ‘diğerleri’ olarak sınıflandırır. Zen ustaları ise, insan kavramının, hem özneyi hem de nesneyi içerdiğini söylerler.’İnsan deneyimleri, insanın hem kendinin deneyimlediği hem de kendi dışındaki gelişen durumların, yaşananların toplamıdır’, ‘Özne nesne ayrı değil de, tam tersi, birbirinden etkilenen ve ortak faydaları içeren kavramlardır’ görüşünü savunmaktadırlar.
Formlara bağlı kalmak ise anlaşıldığı üzere, bazı kalıpları kullanarak, hayatta deneyimlerimi gerçekleştirmemiz anlamına gelmektedir ve bu da Zen ustalarının diğer deneyim kavramına zıt düşen bir şeydir. Formlar, kalıplar deneyimleri sınırlar; onları iyi-kötü, güzel-çirkin olarak ayırır. Akıl, akılcılık; bunlar özgür kavramlardır ve sınırlamalarla gerçek kapasitesine ulaşamazlar.
‘No-thought’ yani düşüncesizlik kavramı Zen Budizm’inin bu engellemelere cevap olarak geliştirdiği yöntemdir. Temelinde; insanın bir şey yaşarken, bir olayı deneyimlerken hiçbir kalıp olmadan hareket etmesine ve aklımızın kendi buyruklarına göre doğal bir şekilde düşünmesine dayanmaktadır.
Son olarak da yapılan bir araştırmada, yaratıcı insanların deneyimlere daha açık oldukları bulunmuştur. Bu da, Zen ustalarının; insanların zihinlerini engellemelerden kaldırmalarının, özgür bırakmalarının etkisini açık bir şekilde göstermektedir. Yaratıcı insanlar kalıplara bağlı kalmadan doğal ve özgür bir şekilde düşündükçe (no thought, yani düşüncesiz), kendi içlerinde ve kendi dışlarında yeni deneyimlere daha açıktırlar.

Emanuel M. Berger; Zen Buddhism, General Psychology, and Counseling Psychology, Journal of Counseling Psychology, Vol. 9, No. 2, 1962

Makaleyi İngilizce'den tercüme eden ve özetleyen:Şeyma Kama

Makale Özeti:Depresyonda Bilişsel Terapi

Kognitif terapi, 1960'larda Aaron Beck'in depresyon üzerindeki araştırmaları sonucu başlamıştır. Aaron Beck, çalışmalarına genel psikanaliz tedavisini inceleyerek başlamıştır. Freud’un öfkenin benlik üzerine döndürülmesi şeklindeki teorisini incelemiştir. Bu araştırmaları sonucu bilişsel süreçlerde olumsuzluklar olduğunu görmüştür ve depresyon tedavisinde kendi teorisini geliştirmiştir.
Depresyonun bilişsel kuramının 3 öğesi vardır. Bunlar; bilişsel üçlü, şemalar ve bilişsel hatalardır.
Beck, iki önemli kişilik türünden bahsetmiştir. Bunlardan ilki sosyal bağımlılık, diğeri de otonomidir. Sosyal bağımlılık, kişilik türünde depresyon ilişkilerin bozulmasından sonra ortaya çıkar. Otonomide ise, kişiler istedikleri bir amaca ulaşamadıkları zaman depresyon görülür.
Bir kişinin bir olaya karşı duygusu ve davranışı, o olayı nasıl anladığına ve onu nasıl yorumladığına göre değişir. Bilişsel terapi, duygu ve davranışta bilişsel süreçlerin rolüne önem verir.
Beck’in bilişsel modeli, depresyonun, kişinin kendi yaşantısını olumsuz olarak algılamasından kaynaklandığını söyler. Beck; kişinin kendisi, dünya ve gelecek hakkında olumsuz düşünceleri alarak, bunu ‘olumsuz üçlü’ şeklinde belirtmiştir. Bu kişiler, kendilerini sürekli başarısız bulurlar; dünyalarını algılama biçimleri hep negatif yöndedir, çevrelerinde iyi hiçbir şey yoktur; gelecekleri için de hiçbir iyi düşünceye sahip değildirler, yarın sadece her şey daha kötü olacak diye düşünürler.
Ayrıca Beck’in ‘olumsuz düşünceler’ olarak tanımladığı, kendiliğinden ve çok hızlı bir şekilde ortaya çıkan düşünceler de teorinin içinde yer almaktadır. Bunların çoğu, belirgin olmayan ve kişilerin isteyerek aklına getirmediği türde düşüncelerdir. Bu düşünceler ne kadar mantıksız olursa olsun, onlara tam olarak inanılır ve akla gelmesini engellemek çok zordur.
Beck’in teoriye dâhil ettiği diğer bir kavram da bilişsel çarpıtmalardır. Bunları 6 alt başlık altında toplamıştır: seçici soyutlama, keyfi yordama, aşırı genelleme, kişiselleştirme, kutuplaşmış düşünme ve büyütme, abartma ve küçültme.
Beck’in teorisinde bahsettiği diğer bir konu da bilişsel şemalardır. Bu bilişsel şemalar, depresyonda olan kişinin düşüncelerini olumsuz yönde etkiler. Bu düşüncelerin, kişilerin erken yaşantılarında etraflarındaki insanlarla olan ilişkilerini belirleyen kurallar aracılığıyla öğrenildiği düşünülmektedir. Bu şemalara örnek olarak, ‘’Mutlu olabilmem için, üzerime aldığım her işte başarılı olmalıyım’’ ya da ‘’Eğer hata yaparsam bu benim yetersizliğim anlamına gelir’’ gibi düşünceler verilebilir.
Beck bilişsel terapisinde; çeşitli aktivitelerin programlanması, beceri ve doyum teknikleri, derecelendirilmiş görev ödevleri, bilişsel prova ve rol oynama gibi davranış tekniklerini uygulamıştır. Bunların yanında, Beck, terapide bilişsel teknikler de kullanmıştır.
Bilişsel terapinin bilişsel açıdan en önemli görevleri, otomatik düşünceleri tanımlamak ve değiştirmek ile fonksiyonel olmayan varsayımları ortaya çıkarmak ve değiştirmektir.
Bilişsel terapide ana terapötik araç, soru sormadır ve soru sormada tercih edilen teknik “Sokratik” diyalogdur. Terapist, yeni öğrenmelerin sağlanması için dikkatle düzenlenmiş bir seri soru sorar.
Beck’in bilişsel teknikleri arasında otomatik düşünceleri tanımlama, otomatik düşünceleri değiştirme, fonksiyonel olmayan varsayımların ortaya çıkarılması ve fonksiyonel olmayan varsayımların değiştirilmesi yer alır.

Gökçakan Z & Gökçakan N, Depresyonda Bilişsel Terapi, Mersin Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt 1, Sayı 1, Haziran 2005, s. 91-101.

Makaleyi özetleyen: Burcu Çiftçi

Makale Özeti:Cognitive Therapy: Past, Present, and Future

Cognitive therapy is an application of the cognitive model of a particular disorder. It is used also for modifying the dysfunctional beliefs and faulty information processing characteristics of each other disorder. If we mention about the past of the cognitive therapy, literature which belongs to Ernst (1985) and Hooga, Dyck, and Ernst (1991) showed that there is a strong support for the ‘negativity hypothesis’ of the cognitive model of depression. And also for anxiety and panic disorders, cognitive model was supported.
Dobson said that in treatment of depression, cognitive therapy was significantly superior to other treatments such as behavior therapy and also cognitive therapy is better than pharmacotherapy in depression.
And according to Hollon and Najovits, cognitive therapy was significantly more effective than pharmacotherapy on 1-year and 2-year follow up. The relapse rate of cognitive therapy was 30%, but it is 60% for the pharmacotherapy group.
In generalized anxiety disorder, treatment about 10 weeks with cognitive therapy provided a significant reduction in anxiety. And also controlled trials supported the efficacy of cognitive therapy for GAD.
For panic disorder, Clark said that cognitive therapy is quietly better than behavior therapy, and cognitive therapy’s superiority goes on until the end of 1-year follow up.
Lastly, in eating disorders’ treatment, Fairburn said that cognitive-behavioral therapy with bulimia patients was more effective than both interpersonal psychotherapy and cognitive-behavioral therapy.
There are two explanations for cognitive model for each of the new disorders. First one is that there is a bias in information processing that produces dysfunctional behavior and excessive distress. Second one is specific beliefs as structures lead to these difficulties. We can order these disorders as drug abuse, bipolar disorder, depression in patients with HIV, avoidant personality disorder, OCD, PTSD, multiple personalities, hypochondriasis, marital problems, schizophrenic delusions and hallucinations.
Recent applications of cognitive therapy to a variety of disorders and problems described in papers and posters at the World Congress of Cognitive Therapy in Toronto in June 1992 illustrates the principles of cognitive therapy and will serve as a stimulus for systematic research: chronic pain, criminal offenders, social phobia, chronic headaches, chronic tic disorders, HIV-related distress, alcoholism, morbid jealousy, irritable bowel syndrome, insomnia, schizophrenic disorder, guilt and shame, nicotine addiction, chest pain, organic brain damage, shoplifting, generalized tic disorder, and sexual problems.

Beck A. T., Cognitive Therapy: Past, Present, and Future, Journal of Consulting and Clinical Psychology 1993. Vol.61. No. 2.194-198

Makaleyi İngilizce'den özetleyen: Burcu Çiftçi

21 Ekim 2010 Perşembe

Makale Özeti:Toplumsal Karakter ve Toplumsal Bilinçdışının Klinikle İlişkisi

Bugünkü düşüncelerini Fromm’un görüşlerine dayandıran yazar, Erich Fromm’un psikanalitik çalışmalarındaki yaklaşımlarını paylaşmak üzere yazısını kaleme almıştır. Fromm’un, “Toplumsal Karakter” ve “Toplumsal Bilinçdışı” kavramlarının, şimdiki ve geçmişteki klinik çalışmalarla olan ilişkisini değerlendirmiştir.
Fromm, hastalara, önyargıyla ve hemen etiketleyerek kategorize etmek yerine, her hastaya açık bir zihinle yaklaşılması gerektiğini savunmuştur. Bu yüzden, bir psikanalist, her seansta yaratıcılığını ve canlılığını diri tutmakla sorumludur.
Terapi süresince ılımlı, ilgili ve koruyucu olan Fromm; aynı zamanda katı bir çerçeveye de sahiptir. Bir dinleyici olarak, hastasının anlattıkları hakkında zihni sürekli aktiftir.
Fromm’a göre, hastaların davranışlarında değişim veya gelişim olması için, bu kişilerin hayatlarında baskın olan karakterlere meydan okuması, onlarla baş edebilmesi gerekmektedir. Hastalar genellikle başkalarıyla olan ilişkilerini anlayabildikleri zaman kendilerini daha iyi hissedip, daha az kaygı duyarlar. Fromm bu düşüncesini desteklemek için, işlerinde ve profesyonel yaşamında çok başarılı olan birinin özel hayatında çatışmalar ve sorunlar yaşayabildiğini örnek vermiştir. Bundan dolayı terapide, hastaların sadece toplumsal onaylanmışlıklarını içeren öyküleri yerine, özgün ve tamamen kişisel tarafları üzerinden konuşulması gerektiğine inanır. Yani, bir hasta terapi odasında sadece toplumsal karakteriyle değil, tüm varlığıyla bulunabilmelidir.
Toplumsal karakter, kişilerarası ilişkilere bağlı olarak sürekli değişir. Yetişkinler ve çocuklar, önemli kimseler veya katı kurallar karşısında değişebilir veya başkalarını değiştirebilirler. Bu gibi dışsal deneyimler, kendimiz ve başkasıyla olan içsel deneyimlerimizi de şekillendirir. Fromm’a göre Sosyal karakter; bilinçsiz, farkında olmadan ve hiçbir öğrenme sürecine bağlı olmadan gerçekleşir. Bu noktada, toplumda ortak olan bir bilinçaltından (social unconscious) söz edilebilir. Toplumsal bilinçaltı, toplumun tüm üyeleri tarafından bastırılır.
Fromm karmaşık bir analitik ve felsefi altyapıdan geldiği için, düşüncelerinde Museviliğin, Freud’un, Marx’ın, Avrupalı filozofların karışımı vardır. Aynı zamanda, Hitlerin Almanya’da baskıcı olduğu dönemde, oradan kaçmak zorunda da kalmıştır. Bu deneyimleri, şüphesiz ki onun politik, toplumsal ve kişisel görüşlerini etkilemiştir. Bu yüzden farklı yaşam öykülerine göre, kişilerin terapideki yaklaşımları ve sorunları çözme yöntemleri değişiklik gösterebilir. Fromm’un psikanalizi “toplumsal karakter” ve “toplumsal bilinçdışı” kavramlarıyla birlikte kullanması, geçmiş deneyimlerinin analitik kuramını da şekillendirdiğinin bir göstergesi olmuştur.

Makaleyi İngilizce'den tercüme eden ve özetleyen: Duygu Uzunur

Makale Özeti: Antisocial Behavior in Children and Eysenck’s Theory of Personality: An Evaluation

In this article, antisocial behavior (ASB) was examined in children and youth according to Eysenck’s biosocial personality theory and it is also overview of his theory.
Eysenck’s theory composed of three traits which are Psychoticism (P), Neuroticism (N), and Extroversion (E) (it is also called three-factor model). Eysenck’s measurement instrument includes lie (L) scale that is used to show socialization and social conformity. Interaction of three temperament traits with socialization experiences produce personality. The traits are found across cultures worldwide and results of assessment of an individual are stable across time on traits in accordance with his theory. Eysenck Personality Questionnaire (EPQ) is not measure psychopathology, measure temperament-based personality traits.

Extraversion: Low E High E
-Sociability - Social reticence
-Stimulation-seeking - Stimulation avoidance
-Low basal level - High basal level in the
in the neocortex neocortex
- Introverts-more responsive - Extroverts- less responsive

Neuroticism: Low N High N
-Reflection - Emotional instability
-Deliberateness - Spontaneity
- reacts slowly and - Susceptible to anxiety-based problems
moderately to most - quickly and easily aroused emotionally
emotional stimuli and the arousal is more persistent.
N (related with visceral brain activation)
Low both E and N more inhibition on their behavior
High both E and N less inhibition on their behavior greater risk for ASB

Psychoticism: Low P High P
-Empathy - Aggressiveness
-Caution - Divergent thinking
- Polygenic traits(contribution a large number of genes), low cortical arousal.
- Psychotic illness
If an individual have high P who can be diagnosed as Antisocial Personality Disorders, Schizotypal Personalities, Borderline personalities, Schizophrenia, can have also psychotic tendencies. Finally, individual with ASB have lower score than others on the EPQ’s lie scale. (Lower score means not to have a behavior socially desirable).
Hypothesis of Eysenck is that if the individual has higher than average levels of the P, E, and N traits and lower scores on the L scale will be associated with ASB.
Study applied on between a group with ASB and a contrast group on one or more of the components in Eysenck’s ASB hypothesis.
Eysenck Personality Questionnaire (EPQ) (H. Eysenck & S. Eysenck, 1975), Eysenck Personality Questionnaire–Revised (EPQ–R) (H.Eysenck & S. Eysenck, 1994), or the Junior Eysenck Personality Questionnaire (JEPQ) (H. Eysenck & S. Eysenck, 1975) is used in this study.
Findings of study indicate that strong support was found for P trait of ASB hypothesis and we can say that P trait is directly link to ASB. Moderate support was found for Lie scale. It shows us if lie scale is low that may not demonstrate whether individual have predisposition to develop ASB. Little support was found for E and N scale scores in participants with ASB.

Makaleyi Özetleyen: Sümeyye Yıldırım

Makale Özeti: KNOCK WOOD SKINNER, B.F

Skinner radikal davranışçılığın babası olarak tanımlanır, ‘Skinner Box’ın yaratıcısıdır, bir düzineden fazla kitapları ve 70’ten fazla akademik makalesi vardır. Skinner radikal davranışçılığı seçmiştir; çünkü, psikolojik olan herşeyin esasen davranışsal olduğunu, genellik, dış davranış, özel ya da içsel davranış içerdiğini söylemiştir; duygu ve düşünceler gibi… İçsel veya dışsal olsun bütün davranışlar, o davranışın ürettiği çevresel sonuçlarla açıklanır.
Skinner’ın teorisi, davranışlarımızın o davranışların sonuçları tarafından takip edildiğini söyler. Bu sonuçlardan bazıları, örneğin; övgü almak , para almak gibi gelecekte karşılaşacağımız durumlarda o davranışı tekrar etmemizi sağlar. Bu sonuçlara pekiştireç denir. Kendini yaralamak, utanç hissetmek gibi diğer sonuçlar, gelecekte o davranışı yapma ihtimalimizi azaltır; bunlara da ceza denir. Pekiştireç ve ceza, edimsel koşullanmanın temelini oluşturmaktadır.

Durum »»»»» Davranış »»»»» Sonuç »»»»» Pekiştireç = Öğrenme
»»»»» Ceza = Öğrenme yok
Bazı öğrenilmiş davranışlar azalabilir hatta kaybolabilir. Davranış ödülle pekiştirilmiş sonra ödül geri çekilmişse, o davranış azalır ve bastırılır; buna da sönme denir. Aslında günlük hayatımızda birçok edimsel koşullanma örneği yer almaktadır. Evdeki köpeğinize otur dediğinizde ve oturduğunda ödül verirseniz, öğrenmeyi sağlamış olursunuz; eğer bu davranışı söndürmek isterseniz oturduğunda hiç ödül vermezseniz, davranış söner.
Hepimizin tahtaya vurmak gibi, merdiven altından geçmemek gibi, 13 sayısının uğursuz olduğuna inanmak gibi batıl inançlarımız vardır. Skinner, insanların bu batıl inançlara inanmasının sebebinin, gerçekte böyle bir ilişki olmamasına rağmen, onların batıl davranışlarıyla bazı pekiştirici sonuçların arasında ilişki olduğuna inanmasından kaynaklandığını söylüyor. Bu ilişkiye inanırlar çünkü daha önce kazayla veya aniden bu davranışlar bir veya birkaç kere ödüllendirilmiştir. Skinner bu duruma, bağlantılı olmayan pekiştireç adını vermiştir; bu durumda, ödülün davranışla ilişkisi yoktur.
Skinner bu durumu kanıtlamak adına kendi tasarladığı kutuyu kullanarak deney yapmıştır. Kutuda güvercinler için koşullanmayı sağlayacak yuvarlak levha içeren koşullanma çemberi vardır. Fakat bu deney biraz faklıdır çünkü yemek dağıtıcı, hayvanın davranışına göre değil, 15er saniyelik aralıklarla yemek vermektedir. Yani, hayvanın davranışıyla yemeğin gelmesi arasında bağlantılı olmayan pekiştireç vardır. Güvercin zaten her 15 saniyede bir yemek alıcaktır, yaptığı herhangi bir davranışla ilişkisi yoktur. Bu çalışmada önceden aç bırakılmış 8 tane güvercin kullanılmıştır. Birkaç dakikalığına her gün her güvercin kutuya konulmuştur, bu arada da otomatik olarak her 15 saniyede bir yemek verilmiştir. Günlerce süren bu deneyde iki farklı gözlemci güvercinlerin davranışlarını kaydetmiştir. Sonuçlar şöyledir: bir kuş saat yönünde 2-3 tur dönmeye koşullanmıştır. İkinci kuş üst köşeye doğru kafasını itmeye koşullanmıştır. Üçüncü kuş, görünmeyen barın altında kafasını yukarı doğru savurmaya koşullanmıştır. İki güvercin vücudunu ve kafasını soldan sağa sallamaya koşullanmıştır. Son güvercin de duvara değmeden yarım gagalama hareketine koşullanmıştır. Bu davranışların hiçbiri önceden güvercinlerde görülmemiştir. Güvercinler bu davranışları yaparken tesadüfen yemek geldiği için batıl inanç geliştirmişlerdir, aslında yemeğin gelmesinin onların davranışlarıyla alakası yoktur, zaten her 15 saniyede bir yemek gelicektir.
Deneyin ikinci aşamasında ise pekiştireçler arasındaki zaman 1’er dakika aralıklarla uzatılmıştır. Pekiştireç arası zamanlarda güvercinlerin çok enerjik olduğu, hatta ‘güvercin yemek dansı’ yaptıkları gözlemlenmiştir. Deneyin son aşamasında ise pekiştireç tamamen kesilmiştir ve davranışlar tamamen sönmüştür, fakat sönme gerçekleşene kadar 10,000’den fazla davranış (tepki) kaydedilmiştir. Deney bize göstermiştir ki, davranışlarla yemek ödülü arasında ilişki olmadığı halde güvercinler batıl inançlı davranışlar edinmişlerdir.
Pozitif pekiştireç; para, yemek gibi istenen sonucun meydana gelmesidir. Negatif pekiştireç ise, acıdan kaçmak gibi istenmeyen durumun ortadan kaldırılmasıdır. Çalışmalar göstermiştir ki, negatif pekiştireç kullanıldığında çok daha fazla batıl davranış oluşmaktadır. Yani negatif pekiştireç, batıl davranış içeren şartlanma elde etmede daha verimlidir.
Batıl inanç psikolojik olarak sağlıksız mıdır? Günlük hayatta batıl inançlar insanlara fayda sağlamakta, karşılaşılan zor durumlarda kişiye güç ve kontrol sağlamaktadır. Tehlikeli işlerde çalışanların tehlikesiz işlerde çalışanlara göre daha fazla batıl inanç sahibi oldukları bulunmuştur. Çünkü bu batıl inanç davranışları kaygıyı azaltır, güven sağlar ve performansı artırır.

Makaleyi İngilizce'den tercüme eden ve özetleyen: Büşra Kurt

MAkale Özeti:Flatland’den Ayrılmak ve Maslow’u Onurlandırmak

Bu makale, hümanizmin psiko-ruhsal gelişimini açıklamadaki yetersizliğini temel alır. Halen birçok hümanist psikologun Flatland’de olduğunu belirten Rowan; hümanistlerin dünyaya bakışlarında herhangi bir gelişimin ve değişimin olmayışından yakınır. İşte bu noktada mecazi olarak “Flatland’den ayrılmanın” Maslow’un gelişim hiyerarşisini bir nebze de olsa onurlandıracağını vurgular.
Hatırlayacağımız üzere hümanist psikoloji Maslow’un ihtiyaç hiyerarşisiyle popüler olmuştu. Maslow (1987), bilincin değişik seviyelerinin olduğunu ve bunun gelişime yönelmemizde etkili olduğunu savunur. Seviyeleri geçtikçe ulaştığımız üst basamağın, aslında seçim noktası (choice point) olduğunu söyler. Buradaki seçim noktası; bireyin bilinçli bir karar almasının adeta zorunlu olduğu yönündedir. Her zaman toplumun bireyi ilerlemesi yönünde itekleyeceği arzusuna kapılmak ve seçim vurgusunu kısıtlamak ütopik bir olgudur. Birey kendi niyetiyle basamağı aşmalı ve kendini gerçekleştirme alanına girmelidir (realm of self-actualization).
Rowan’a göre Maslow’un piramidi kısmen yanlıştır. Çünkü Maslow kendini gerçekleştirmeyi ulaşılması çok zor olan sonuncu bir kategori olarak görür. Beş kategori vardır ve kendini gerçekleştirme bu kategorinin en üst tabakasıdır. Halbuki Wilber, 1996’da beş aşamanın olduğunu doğrular, ancak kendini gerçekleştirmenin bu beş aşamadan yalnızca üçüncüsü olduğunu söyler. Ona göre sıralama şu şekilde olmalıdır: Sihirli Aşama, Zihinsel Ben, Bilinçliliğin Gerçek Aşaması (Kendini Gerçekleştirme), Ruhsal Aşama ve Nedensel Aşama. Wilber yaptığı bu düzenlemeyle, hiyerarşide yer alan fizyolojik ve güvenlilik gibi gereksinimleri yok saymaz; sadece ilave olunması gereken aşamaları anlamlandırmak ister. Rowan ise tanımlamalarda ihtiyaç yerine “tercih” kavramının üzerinde durur. Ona göre ruhsal gelişim ihtiyaç değildir, tercihtir.
Bunların ilki Sihir Aşamasıdır (Magic/Myhtic Level). Burada birey otorite figürünü temsil eden gruba, aileye, din topluluğuna ya da koloniye teslim olur (Wilber, 2000). Amaç, sihirli özgürlüğe ve potansiyeli iyi kullanmaktan duyulan memnuniyete erişmektir. İkinci aşama Zihinsel Ben’dir (Mental Ego). Burada birey görevleriyle meşgul olarak mutluluğa erişmeye çabalar. Bu aşamada mutluluk değer kazanır ve tutku olmaktan öteye geçer. Birçok edebi üretim bu aşamada gerçekleşir. Daha sonra insanlar Bilinçliliğin Gerçek Aşamasına (Authentic Stage of Consciousness) ulaşır. Özerklik ve otantikliğin uzlaştırıldığı bu aşama, aslında Maslow’un sözünü ettiği kendini gerçekleştirme aşamasıdır. Maslow’un tanımının tatmin edici olmadığına inanan Rowan, Wilber’in 1996’daki bu tanımının daha çok uygun olduğunu savunur.
Bir sonraki aşama Ruhsal Aşamadır (Psychic and Subtle Stage). Bu kategoride, sevinç ve şefkat duyguları güçlüdür; duygu olarak ağaçların, dağların, okyanusların ve duran taşların ruhu olduğuna inanç burada söz konusudur. İlahi güce işaretlerle ve görüntülerle yaklaşmayı tanımlar (Assagioli, 1975; Jung, 1964; Hillman, 1997; Housten, 1996). En son aşama Nedensel Aşamadır (Causal Stage). Burada bütün semboller kaybolur. Mutluluk kavramı, yaşananların yanında somut ve sınırlı bir kavram olduğu için “değer”liliğini yitirip sıradan bir statü kazanır. Birey, herhangi bir yol gösteren levha olmaksızın, bütün sembollerden ve araçlardan kurtularak, ruhun okyanusuna derinlemesine dalar. Birey ve evren bütünleşir, bir olur. Krippner bunu 1997’e bütün-kendilik (All-Self) olarak tanımlamıştır.
Flatland’de kalmak demek, tüm bu ruhsal gelişimi hiçe saymak demektir. Belki bu empirik psikoloji çalışmaları için yeterlidir ama hümanist psikologlar daha fazlasını irdelemelidir. O yüzden bir an önce bu sınırlandırılmış ortamdan uzaklaşıp, Maslow’un düşünce deryasını olabildiğince geliştirmek gerekir. Ne de olsa kendini gerçekleştirme ömür boyu süren bir gelişim sürecidir.

Makaleyi İngilzce'den tercüme eden ve özetleyen: Berra Baş

20 Ekim 2010 Çarşamba

Makale Özeti: A THEORETICAL APPROACH TO PSYCHOLOGICAL MOVEMENT

Bu yazıda çevresine uyumsuz bireyler ve belirli bir zaman aralığında onların gösterdikleri değişiklikler üzerinde durulmuştur. Hareket insan davranışının en kısa özetidir ve bu fenomen teröpatik tekniğin yararlılığını geliştirir.
Bu durumun teröpatik durumun değişim sürecini hızlandırmak için tasarlandığı farz edilir. Terapi değişimin hızla oluşabileceği bir çerçeve sağlar. Terapide danışana bir durum- değişimin kolaylaştırılabileceği bir yapıda- önerilir. Teröpatik durum danışana bu yapının değişebileceği bir çerçeve sağlar. O bazı alanlarda ”güdümsüz gerçek hayat”ı tamamlamasına rağmen terapist daha hızlı ussallaştırma meydana çıkarmasına yardımcı olur. Terapistin rehberliği altında danışanın geçirdiği sınırlı ve kapsamlı değişimleri algılaması daha etkili olmaktadır. Ayrıca danışana gelecekte ki değişimlerin farkında olması için yardımcı olunur. Onun bakış açısını daha uzak hedefleri kapsayacak şekilde genişletir, onun olaylar hakkında ki yapısı kolayca gözlenebilen davranışsal değişiklikler üzerinde çalışır.
Genel olarak, sürekli değişsen davranışsal süreçleri dikkate alırız. Bu yazıda “hareket” 2 bağlamda tartışılıyor: ölçülen ve algılanan. Ölçülen hareket, bireyin davranışlarına “dış” gözlemciler tarafından yüklenen değişimler anlamına gelir. Algılanan hareket, bireyin kendisine bir anda iki kere yüklenen değişimleri ifade eder. Hipotezimize göre algılanan hareket ölçülen hareketten daha kapsamlıdır. Bir arada yer alan gerçek hareket ile birey kendini “yeni rol(ler) oynayan” olarak algılar. Bu yeni yapının sonucu olarak, herhangi derecede bir değişim aşırı abartma eğilimindedir ki geçmiş ve şimdi ki olaylar arasında ki karşıtlıklar aşırı geliştirilebilir.
Terapinin değişimi hızlandırmak için dizayn edildiğini söylemiştik. Eğer bir çeşit terapi diğerinden daha hızlandırıcıysa, kişiden geçmişteki durumlarda olayları tahmin etmek için daha çok fırsata sahip olmasını bekleriz.
Böylece, dikkat etmeliyiz ki bir birey değişmeden önce, o değişimleri potansiyel olarak yorumlamalı. Terapi değişim için gerekli olanları yapılandırmaya yardım edebilir. Bir çeşit bir yapı olduğunda, bazı davranışlar başkaları tarafından gözlemlenebilir olacaktır.
Böylece kişisel yapılar sistemi davranışların ardışık değişimlerine doğru yansıtılır. Periyodik olarak davranışları gözlemleyerek, algısal sistemin doğasını çıkarmayabiliriz. A kişisinin davranışları, onun kişisel sisteminin bir sonucudur. Bireyin periyodik olarak kendi öz değerlendirmesini talep etmesi de bir yöntemdir. Belli aralıklarda bireyin değişik aktivitelerdeki davranışlarının gözlemsel kayıtları sürdürülmelidir.

Makaleyi İngilizce'den tercüme eden ve özetleyen: Merve NAÇ

Makale Özeti: George Kelly’nin Kişisel Yapılar Psikolojisine Giriş

1955 yılında Kelly psikolojide ki en önemli makalesi olan “Kişisel Yapılar Psikolojisi”ni yayınladı. Bu makale psikolojideki yirmi yıllık bir çalışmanın ürünüydü. Ayrıca Kelly’nin klinik psikoloji de, eğitim, fizik, matematik, eğitim sosyolojisi gibi alanlarda ki deneyimlerini içeriyordu. Calr Roger ve Jerome Bruner’in yazdığı eleştiriler olumluydu. Hâlbuki birçok okuyucu teoride ki yanlış yorumlamaları ve yanlış anlamaları değerlendiremedi. Birçok modern psikoloji kitabında teori kişiliğe “bilişsel” bir yaklaşım olarak tanımlanıyor. Sonuç olarak, kişisel yapılar psikolojisi birçok değişik ve karışık şekilde tanımlandı. Örneğin, Kelly’nin derslerini takip eden Goldon Allport, onu “ duygusal” teori olarak tanımlarken Henry Murray “varoluşçu” olarak yaklaştı. Kelly ise “öğrenme teorisi, psikanalitik teori, tipik bir Amerikan teorisi, Marksist teori, hümanistik teori, mantıklı pozitivistik teori, Zen Budistik teori, Tomastik teori, davranışsal teori, pragmatist teori, yansıtmacı teori, hatta hiç teori değil” şeklinde kategorizelendiriyor.
Bu yorumlardan sonra Kelly’nin teorisinin Rorschach mürekkep lekeleri gibi işlem gördüğü açıktır, insanlar kendi teorilerinin ışığında neyi görmeyi umuyorlarsa onu bulabilirler. Bu yazıda Kelly’nin teorisindeki üç yanlış anlaşılma üzerinde durulacaktır. Kişisel yapılar psikolojisinin ne olmadığını anlamak için bu önemlidir.
1) Enerji Krizi: Kelly teorisinin dinamik olmadığını iddia etse de, onun teorisi psikanalitik teorinin farklı bir çeşidi olarak görülüyordu. Kelly’ye göre enerji kavramı psikolojiye uygun değildir.
Kelly teorisinin herhangi bir güçte, güdüde ve teşvikte baştan aşağı masum olduğunu garanti etmek için çok çaba gösterdi. “Motivaston” ve “psikodinamik” gibi kavramları kullanarak bir insanı üzdüğümüzde onu anlamak istemediğimizi açıklamaya çalıştı.
2) Arabuluculuk krizi: Kişisel yapılar psikolojisinde ikinci büyük yanlış anlama davranışçıdır. Birçok psikolog onların girişiminin bir sonucu olan “davranış ürünü” ile ilgilenir. Öğrenme teorisinde amaç danışanın davranışsal tepkisinin değişimini ortaya çıkarmaktır ve bu değişimin tepkileri çözüm için bir cevaptır. Kelly sadece buna yanıt olarak karşı dünyanın kapasitesinin yorumlanması için insan kapasitesini vurguluyor.
Kelly’ye göre insan davranışı kontrol edilmesi gereken bir problem olarak görülmez, daha çok soruşturmanın ana aracı olarak yorumlanır.
3) Duygusal Kriz: Üçüncü yanlış anlama “bilişsel” teori ile ilgilidir. Bu karışıklık doğada ki ayrımlar aslında bilişseldir şeklinde bir varsayımdan gelir. Kelly’nin teorisi sadece bilişsel yapılar olmadığını aynı zamanda hiçbir ekli sözel etikete bağlı olmayan yapılarda olduğunu gösterir. Bazı temel insan ayrımları- fizyolojik, bitkisel, duygusal, davranışsal vb. ayrımlar dâhil olmak üzere- değişik “bedensel” derecede yerini alır.

Makaleyi İngilizce'den tercüme eden ve özetleyen: Merve NAC

Makale Özeti: Whatever Became of George Kelly?

Kişisel yapı psikolojisi önceden küçük bir grup klinik psikologlar tarafından uygulanmaya başlamış, şimdilerde ise endüstriyel-örgütsel psikologlar, işletme gelişim uzmanları ve mesleki danışmanlar tarafından uygulanmaktadır.
Kişilik kuramcısı ve psikoterapide bilişsel yaklaşımın öncüsü kabul edilen George Kelly 6 Mart 1967 tarihinde öldü. Kansas ve Ohio’da klinik servislerde de çalışan Kelly, birkaç kuşak boyunca klinisyen ve doktora adayı öğrencilere ders vermiştir. 1951-1953 yılları arasında Amerikan Profesyonel Psikologları İnceleme Kurulu (American Board of Examiners for Professional Psychologists) ‘na başkanlık yapan Kelly Gaziler için Özel Danışma Grubu Yönetimi (Special Advisory Group for the Veterans Administration) ve Ruh Sağlığı ve Ulusal Sağlık Enstitüsü Ulusal Enstitü Eğitim Komitesi (Training Committee of the National Institute for Mental Health and National Institutes of Health ) üyesi olarak bu organizasyonların gelişmesine ve değişmesine katkıda bulunmuştur.
Kelly’nin başlıca yayını Kişisel Yapılar Kuramı olup 1955’de basılmıştır ve bu insanların varsayımsal olarak tecrübeleri için içsel temsilleri nasıl geliştirdikleri ve karşılaştıkları olaylar karşısında birincil veri klinisyenlerin olması temeline dayanmaktadır.
Araştırmaya çabalamak, eklemek bu temsilleri korumanın yolları-Kelly’nin terminolojisinde onların yapıları, bilim adamlarının dediği gibi teorileri geliştirmeye benzer yollardır. Bu sistemde bireyler davranışı başlatmak, rehberlik etmek ve ıslah etmek zorundadır. Ancak o zaman etkili bir model olur. Kelly terapistin rolünü bu modelin öngörülebilir yararlılığına dayanarak, bireyin deneyimlediği durumlar yaratıp değişik yollarla tanımladı.
Kelly’ ye göre, bir insanın ne dediğini dinlemek, onun itibari değerini almak ve kendi iyiliği için içeriğe dikkat etmek, altında yatan anlam için sembol olarak epeyce önemlidir. O hastalarının kendileri hakkında yaptığı dolaylı ifadelere değer verdi. Kelly yapıları bireylerin öğeler arasında yaptığı bipolar ayrımlar olarak gördü. Yani, örneğin, “destekleyici” yapısına dayanarak eğer birey “baba” kelimesini tanımlarsa repertuar tekniği babanın destekleyici olmadığıyla ilgili kesin açıklama gerektirir demektedir.
Sonuç olarak, Kelly’nin teorisi insanı tam olarak anlamaktan çok açıklamak üzerinde durmaktadır.

Makaleyi İngilizce'den tercüme eden ve özetleyen: Merve NAC

17 Ekim 2010 Pazar

Makale Özeti: B.F. SKINNER (1904-1990)

Burrhus Frederic Skinner, Pennsylvania’nın Susuquehanna kasabasında doğdu. Hamilton kolejinden mezun oldu, o dönemde yazı yazmaya başladı fakat yazı yazmak onun için tam bir hayalkırıklığı oldu hatta kendi de o dönemlerinden ‘karanlık yıl’ olarak söz etmektedir. Skinner bu dönemde Watson ve Jacques Loeb’in kitaplarını okumaya ve davranışçılık kuramından etkilenmeye başladı, bu sırada 1928’de Harvard üniversitesine kabul edildi. Skinner davranışçılık kuramını kabul ettiğini yazısında şöyle ifade etmektedir; ‘davranışçılık benden yardım istedi çünkü insan davranışının en iyi birikimi bizim problemlerimizi çözmemize yardımcı olacağına ben ve Watson çok inandık’ diyerek çalışmalarına başlamıştır.
Skinner’ın yaratıcı ve etkileyici fikirleri vardı ve bu fikirlerin kaynağını Pavlov, Torndike ve Watson oluşturuyordu. Skinner onların bu fikirlerini düşüncelerini genelde pratik, uygulamalı ve teknik yönleriyle ifade ederek daha yeni bir seviyeye taşıdı.
Skinner’ın ilk kitaplarından biri 1938’de yazdığı ‘The behavior of organisms’dir. Bu kitapta psikolojinin bütün organizmalar için olduğunu ve tek hücreli canlıdan insana kadar canlıları etkilediğini savunur. Skinner sinir sistemine, zihine, id-ego-süperego gibi içsel aşamalara odaklanmak yerine yaşayan zarar görmemiş canlılara odaklanmıştır. Skinner; davranış organizmayı tarif eden gözle görülür bir kısmıdır, davranışları kontrol ve tahmin etmenin çok zor olduğunu ki eğer bunu başarabilirsek evreni kontrol edebileceğimizi söyler. Organizmayı etkileyen tüm uyarıcılar bütün çevreyi tanımlar. Skinner’a göre ‘Skinner kutusu’ dediği kutu hayvanın bütün çevresini temsil eder ve herşey deneyi yapan kişinin kontolü altındadır. Skinner, beyaz farelerin bütün canlıları temsil ettiğini söyleyerek deneylerini beyaz farelerle yapmıştır. Bu fareler ve kutu bizim data toplamamıza ve topladığımız data sayesinde teorik görüş üretmemize yardımcı olur.
O insan oğluna dair düşüncelerini 1953’de yazdığı ve altı bölümden oluşan ‘Science and Human Behavior’ adlı kitabında anlatmıştır. Kitabın bölümleri; insan davranışlarının olasılığı, davranışın analizi, bütünüyle birey, gruptaki insan davranışları, birimlerin kontrolü, insan davranışlarının kontrolü dür. Bu kitabın öncesinde 1948’de yazdığı ‘Walden Two’ vardır daha sonra 1957’ de ‘Verbal Behavior’ , 1971’de ‘Beyond Freedom and Dignity’ ve 1976’da yazdığı ‘About Behaviorism’ adlı kitapları bulunmaktadır.
Skinner sadece deneyci veya ütopist değildir onun düşünceleri pratiğe dökülüp uygulanmış hatta konuşma ve makalelerde de yer almıştır. Skinner, insanın davranışlarının ve prensiplerinin güvercinlerden türediğini söyleyerek güvercinlerle de çalışmayı tercih etmiştir. Örneğin, güvercinlere okumayı öğretmiştir. Şartlanma yoluyla güvercinler ‘peck’ yazılı kartı gördüklerinde kartı gagalamaya başlarken, ‘do not peck’ yazılı kartı gördüklerinde ise gagalamayı bırakmışlardır.
Skinner komplex olan alanlardaki davranışları gözlemleyebilme,temel konseptler arasındaki ilişkiyi görebilme, bulabilme ve duruma çözüm üretmek için teknolojik ekipman inşa edebilme yönünden oldukça başarılıdır bundan dolayı onun yaratıcılığı ile teorik anlamdaki zemini bazı sosyal bilim adamları tarafından kıskanılmış ve eleştirilere maruz kalmıştır. İngiliz dergisi ‘Punch’öğretme makinası ve programlanmış öğrenme hakkında 1 sayfa eleştiri yayımlamıştır. Joseph Wood ‘Walden Two’ hakkında eleştiriler yazmıştır. Noam Chomsky, Skinner’ın Verbal Behavior adlı kitabını çok eleştirmiştir. Skinner’a karşı bunlar gibi birçok eleştiri olmuştur fakat bütün bu eleştiriler bize kişinin ve fikirlerinin önemini göstermektedir.

Smith, L.M. (1994). B.F.SKINNER. 24, 519-32

Makaleyi İngilizce'den tercüme eden ve özetleyen: Büşra KURT

15 Ekim 2010 Cuma

Makale Özeti: See Agression, Do Aggression!

‘Aggression’ (saldırı), dünyanın ve elbette ülkemizin yüzleşmekte olduğu en büyük problemlerden biri olarak tartışılabilir. Bunun sonucu olarak, psikoloji tarihinde agresyon, ağırlıklı olarak araştırılmış bir konudur. Yıllarca davranış bilimciler ve sosyal psikologlar, agresyon ve insan etkileşimine önem vermiş, bu konuda araştırmalar yapmışlardır. Bu çalışmalarda önemli amaçlardan biri de elbette agresyonu tanımlamaktır. Bu tanımı yapmak kolay gibi görünse de, bazı tanımlar yüzeysel ya da belirsiz olabilir. Örneğin şu davranışlardan hangisini agresyon olarak tanımlarsınız; Bir boks maçı? Bir fareyi öldüren bir kedi? Boğa güreşi? Düşmanını vuran bir asker? Ya da dairenize fare kapanları kurmak mı? Bu davranışlar listesi agresyon tanımına uyabilir ya da uymayabilir. Sonuç olarak elimizde on farklı sosyal psikolog varsa, muhtemeldir ki on farklı agresyon tanımımız da olacaktır.
Birçok araştırmacı bir agresyon tanımı üzerinde anlaşmak yerine, insanda agresyonun kaynaklarının neler olduğunu anlamaya uğraşarak deneysel çalışmalar yapmışlardır. Bu çalışmaların sonucu olarak bazı teorik görüşler ortaya atılmıştır. Örneğin bir görüşe göre, insanoğlu biyolojik olarak agresyona ve şiddet davranışına eğilimlidir ve programlıdır. Bir diğer görüşe göre ise, agresyon davranışı, ortama göre gelişir. En çok kabul gören teori ise, agresyon davranışının öğrenilmiş bir davranış olduğudur.
Psikoloji tarihinde çocukların agresif-saldırgan olmayı nasıl öğrendikleri ile ilgili en önemli çalışmayı, 1961 yılında, Stanford Üniversitesi’nden A.Bandura, D. Ross ve S. Ross yapmıştır. Bandura’nın öncüsü olduğu sosyal öğrenme kuramcıları, öğrenmenin kişilik gelişiminde birincil faktör olduğuna inanmışlar ve bu öğrenme diğer insanlar ile etkileşime geçerek gerçekleşiyor demişlerdir. Bandura, davranışın, başka insanların davranışlarını gözlemleme ve modelleme gibi önemli yollarla şekillenebileceğine inanmıştır.
Bandura’nın çalışmasında, araştırmacılar çocukları, agresif olan veya olmayan davranışlar gösteren yetişkin modellere maruz bırakmışlardır. Daha sonra çocuklar yetişkin modelin olmadığı yeni bir ortama alınmışlar ve modelin etkisi olmadan neler yapacakları gözlenmiştir. Bu deneysel ortamda Bandura ve çalışma arkadaşları 4 tahminde bulunmuşlardır:
1. Agresif yetişkin modeli gözlemleyen çocuklar, model görünürde olmasa bile yetişkini taklit ederek, benzer agresif davranışları gösterirler. Ayrıca bu taklit davranışı, model olmayan durumlarda ve agresif olmayan modelin gözlendiği durumlarda önemli oranda değişkenlik gösterir.
2. Agresif olmayan modele maruz kalan çocuklar, yalnızca agresif modeli gözlemleyen çocuklardan değil, hiç model gözlemlemeyen çocuklardan da daha az agresif davranış gösterirler. Bir diğer deyişle, agresif olmayan yetişkin modellerin bir çeşit agresyon-önleme etkisi olacaktır.
3. Çocuklar, kendi cinsiyetinden olan yetişkinleri ya da aile bireylerini kendileri ile özdeşleştirme eğiliminde oldukları gibi; burada da aynı cinsiyetten oldukları bir modelin davranışını, farklı cinsiyetten olana göre daha fazla taklit edeceklerdir.
4. Agresif davranışlar toplumda daha çok erkek-tipi davranışlar olarak kabul edildiğinden, erkek çocuklar daha fazla agresif davranışları taklit etme eğiliminde olacaklardır.
Bu çalışma için 36 erkek ve 36 kız denek olarak alınmıştır. Çocuklar 3-6 yaşlarındadır.
Çocukların 24 ü kontrol grubunu oluşturmuştur, yani hiçbir modele maruz kalmamışlardır. Geriye kalan 48 denek ilk olarak iki gruba ayrılmıştır: agresif modele maruz kalacak olanlar ve agresif olmayan modele maruz kalacak olanlar. Bu gruplar yine kendi aralarında kız-erkek olarak ayrılmışlardır. Son olarak da her grup tekrar ikiye bölünmüş, bir grup karşı cinsten bir yetişkin modele maruz kalırken, diğeri aynı cinsten bir yetişkin modele maruz bırakılmıştır. Yani toplamda, 8 deney grubu ve 1 kontrol grubu oluşturulmuştur.
Çocukların her biri ait olduğu grubun deneysel prosedürüne tabi tutulmuştur: Çocuk, önce deneyci tarafından bir oyun odasına getirilir. Denek, bir köşedeki masada oyuncaklarla oynarken; deneyci, “yetişkin model”i oyuna katılması için davet eder ve odaya alır. Model de başka bir köşedeki masaya geçer. Modelin masasında çeşitli oyuncaklara ek olarak “Bobo Doll” vardır. Deneyci, bu oyuncakların model için olduklarını söyleyerek odadan ayrılır. Agresif ve agresif olmayan modellerin her biri, önce sıradan bir oyuncakla oynar. Ancak, bir dakika sonra agresif model, Bobo Doll’a şiddetle saldırır. Bağırarak yumruk ve tekmeler atar. Bu olay on dakika devam eder, ta ki deneyci odaya gelip modele veda ederek çocuğu alıp başka bir oyun odasına götürene dek.
Götürüldükleri bu ikinci oyun odasında, çocuklara çok sayıda göz alıcı oyuncak sunulmuştur. Ancak kısa bir süre sonra, deneyci, bu oyuncakların başka çocuklar için ayrıldıklarını, başka bir odaya giderek orada diğer oyuncaklarla oynayabileceklerini söylemiştir. Deneydeki bu aşamanın amacı, agresif davranış göstermesi beklenecek olan çocukların, bir şekilde sinirlenmiş ve mutsuz olmalarını sağlamaya çalışmaktır.
Çocukların son aşamada alındıkları oyun odası, hem agresif olan hem de agresif olmayan tarzda oyuncaklarla doldurulmuştur. Elbette ki agresif olanların arasında Bobo Doll da vardır. Her denek, bu odada 20 dakika oynaması için bırakılmıştır. Bu sırada tek yönlü ayna arkasından her deneğin agresif davranışları kaydedilmiştir.
Araştırmanın sonucunda deneklerin, modelden gözledikleri fiziksel agresif davranışları -üstüne çıkmak, burnuna vurmak, tekmelemek, fırlatmak vs.- Bobo Doll’a uyguladıkları görülmüştür. Ayrıca çocuklar sözlü olarak da modelden gözlemledikleri gibi Bobo Doll’a saldırmışlardır. Bunlara ek olarak, çocuklar, modelin sergilemediği bazı agresif davranışlar da göstermişlerdir.
İstatistiksel sonuçlar incelendiğinde görülmüştür ki, Bandura, Ross ve Ross’un 3 hipotezi doğrulanmıştır. Fiziksel şiddet gösteren modele maruz kalan çocuklar, gözlemledikleri modelin aynısını taklit etmişlerdir. Diğer yandan, modellerin sözlü agresifsel davranışları da aynen taklit edilmiştir.
Ancak, Bandura ve arkadaşlarının tahmin ettiği gibi, agresif olmayan modellerin, agresif davranışı engelleyeceği görüşü tam olarak doğrulanmamıştır. Sonuçlar çok karışık ve tutarsızdır.
Bununla beraber tahmin edilmiş olan cinsiyet kaynaklı farklılıklar hipotezi güçlü bir şekilde desteklenmiştir. Görülmüştür ki, erkekler kızlara oranla daha fazla fiziksel şiddet göstermiştir.
Bandura, Ross ve Ross, bu çalışmada; şiddet gibi bazı davranışların, gözlemleme yoluyla ve taklitle, üstelik ne modele ne de deneğe hiçbir pekiştireç verilmediği durumlarda bile, öğrenilebileceğini göstermiştir. Bandura ve arkadaşları, çocuklar yetişkinlerin bu tarz davranışlarına tanık olduklarında, bu davranışın çocuk tarafından “uygun” bir davranış olarak algılandığını ileri sürmüşlerdir. Bunun sonucu olarak da, gelecekteki sıkıntı ve üzüntü durumlarında çocuklar daha fazla şiddet göstereceklerdir.
Bu çalışma ayrıca, erkek agresif modellerin erkekler üzerindeki etkilerinin, kadın agresif modellerin kızlar üzerindeki etkilerinden daha çok olduğunu göstermiştir. Bunun sebebi olarak da, agresyonun daha erkek-tipi bir davranış olduğunu söylemişlerdir.

Bandura,A., Ross, D. , Ross, S.A.(1961). Transmission of aggression through imitation of aggressive models. Journal of Abnormal and Social Psychology,63, 575-582.

Makaleyi İngilizceden çeviren ve özetleyen: Sümeyra Tayfur

Makale Özeti: In this article, Lazarus points some important experiences and knowledge of himself after his 40 years of psychotherapy profession and o

In this article, Lazarus points some important experiences and knowledge of himself after his 40 years of psychotherapy profession and offers for the practice of effective and efficient psychotherapy.
He mentions about some falsehoods, that emphasized by some supervisors, such as "Never give advice; don't self disclose; always adhere to clearly demarcated boundaries; try to answer questions by posing other questions; listen rather than speak." Lazarus regarded these as misguided and counterproductive.
One of the most common wrong information given by the trainer to trainee is that “It must come from the client”. According to this belief, if the idea, recommendation, or advice comes from the therapist, it probably does not good for the client because the idea is not originated from the client. According to Lazarus, if you wait for the client to come to certain action paths or realizations, you may wait for a very long time.
Another point mentioned by Lazarus is that if it is expedient, should not the client give any advice and wait for the client to find an idea? According to him there seems to be an exception to almost every proposition or position. “It depends”.
Good therapy calls for the clinician to be "an authentic chameleon" (Lazarus, 1993). Therapist must decide when to be cold, warm, directive, nondirective, supportive, etc.
Other point that Lazarus mentioned about is boundaries between the client and therapist. There must not be a sexual relationship, business transactions, and misuse of power between the client and therapist. However, according to his previous experiences, Lazarus believed that selective self-disclosure, a willingness to see a client at odd times and to run
over time (at no extra cost), occasional availability outside the confines of the consulting room, and a sliding fee scale may all enhance rapport and serve useful clinical functions.
The last view of Lazarus in this article is “breadth is often more important than depth”. According to him, if the clients learn more coping responses in the therapy session, less likely the relapse will occur.

Makaleyi Özetleyen: Zeynep Arabacı

Makale Özeti: Takımlar İçin İhtiyaç Hiyerarşisi

Bu çalışma, Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde ki bireysel gereksinim olarak belirtilen kavramlarını; yazılım şirketinde çalışan gruplar üzerinde etkisini incelemek amacıyla oluşturulmuştur. O zamana kadar, grup ihtiyaçları üzerinde yapılan çalışmalar, sınıflandırmalar ve yapılar Sarma ve Hoek tarafından yetersiz görüldü; çünkü bir takımın fonksiyonel olabilmesi için yani bir işi en iyi şekilde yapabilmesi için bir kılavuza ihtiyacı vardı. Bu ihtiyaçta muhakkak Maslow’un çalışmasıyla bağdaştırılmalıydı.
Maslow’a göre insan doyurulmamış güdülerle motive olur ve O an insanın ihtiyaç duyduğu her ne ise kesinlikle giderilmelidir. Çünkü Maslow en temeldeki ihtiyaç giderilmeden bir diğerine geçilemeyeceğini savunur. Kendisinin 1987’de yayınlanan Motivation and Personality kitabına göre, “deficiency needs” (eksiklik ihtiyaçları) olarak tanımladığı fizyolojik, güvenlik, sevgi, saygı basamakları tek tek aşıldığı takdirde; insan, temel amacı olan kendini gerçekleştirme kavramına ulaşılır. Kendini gerçekleştiren insan, en yüksekte yer alan ve ulaşılması diğer insanlara göre bir hayli zor olan ihtiyacını bile gidermiş, varlığı ve varoluşu kendi içinde eritmiştir. Ama yine de bu son basamak değildir, çünkü kendini gerçekleştirme devam eden bir süreçtir.
Bu makalede, Maslow’un çalışması eksiklik ihtiyacı ve gelişim ihtiyacı bağlamında ele alındı. Bütün ihtiyaç basamakları aynı adlandırıldı; sadece “sevgi gereksinimi” ait olma gereksinimi ile; “fizyolojik ihtiyaçlar” da temel ihtiyaçlar olarak değiştirildi. Eksiklikler tamamlandığında, takım gelişime yönelmeli hipoteziyle yola çıkıldı.
Fizyolojik ihtiyaçlar, organizmanın yaşamını sürdürmesi için gerekli ihtiyaçlar olup; nefes almak, su, yemek, tuvalet ihtiyacı, uyku, cinsellik gibi ihtiyaçlar fizyolojik ihtiyaçlara örnektir. Buradaki temel ihtiyaçlar; yazılım geliştirme takımının temel hesaplama teknolojilerini kullanabilir olması ve elle yapılan kodlama türlerini derleyebilmesi olarak sınıflandırıldı. Takım elemanlarının birbiriyle iletişime geçebiliyor olması da bu ihtiyacı giderirken en gerekli durumlardan bir tanesi olduğu düşünülerek komünikasyon da temel ihtiyaçlar listesine eklendi.
Güvenlik ihtiyacı; korkudan, kaostan , anksiyeteden korunmak; özgürlüğünden endişe etmemek gibi örneklerle açıklanabilir. Buradaki güvenlik ihtiyaçlarında; takımın korsan donanıma, sistem hatalarına ve takım elemanının yapabileceği olası yanlışlara karşı hazırlıklı olması ve bunları azaltabilmesi hedef alındı.
Sevgi ihtiyacıyla birey, bir aileye ve arkadaş grubuna ait olmayı arzular. Makaledeki ait olma ihtiyacı; takım elemanlarının sıkı bir bağ içinde (close-knit) olmasına, aralarındaki uyuma ve kendilerinin takım tarafından kabul edildiğine inanmalarına bakıldı. Uyumun çok olmasıyla, olası bir sorunda birbirlerine yönelik yardımın da çok olacağını; böylece işin aksamayacağına inanan Sarma ve Hoek; tüm bunları geliştirmek için piknikler ve küçük geziler düzenlemeyi uygun görüyor. Aynı zamanda internet yoluyla yapılacak tartışma forumları ve elektronik posta listeleri, takıma olan aidiyet duygusunu artırabilir.
Saygı ihtiyacı ise iki ayrı koşula bağlıdır. Birincisi öz-saygının gerçekleşmesi için, herhangi bir görevde yeterliliğe ve uzmanlığa erişilmesi gerekir. İkincisi ise başkalarının bireye göstereceği dikkate bağlıdır; kişi bir başkası tarafından başarısının görülmesini arzular. Saygı ihtiyacında takım elemanı, diğerlerinden saygı bekler ve prestij kazanımak için odaklanır.
Kendini gerçekleştirme aşamasında ise birey; bilgilidir, rahattır, huzurludur. Kendini gerçekleştirmeyi takım bağlamında ele alırsak, takımın üzerinde çalışacağı projede olası karşılaşılabilecek zorluklara direnme ve bu zorlukları aşabilecek güce sahip olmaları gerekir(power for negotiation).
Sonuç olarak; Maslow dolaylamalı da olsa işyerleri için çok önemli bir kavramın doğmasına yardımcı olmuştur: “Kendini gerçekleştirme devam eden bir süreçtir”. Aynı zamanda başarı ve para kazanmak da devam eden bir süreçtir. Bu çalışmayla, ihtiyaçlar teorisinin organizasyonel ortamda ne kadar yön gösteren bir bakış açısına sahip olduğunu gördük.

Makaleyi İngilizceden tercüme eden ve özetleyen: Berra Baş