Lilypie Trying to Conceive Event tickers

31 Aralık 2010 Cuma

Makale Özeti: Carl Rogers, More Relevant Today Than Freud

Sigmund Freud'un 20.yüzyıl psikolojisine ve psikoterapisine çok katkıları olmuştur. Ama görünüşe bakılırsa Carl Rogers'ın katkıları Freud'unkileri geride bırakmış. Rogers öz saygıya odaklanırken Freud bilinç dışına ve öz farkındalığa önem vermıştir. Rogers karşısındaki bireye onu anlayarak dinlemeye önem vermiştir. Freudian terapide ise karşılıklı konuşmada bilinç dışı ve baskılar önemlidir. Psikoanalizde savunma ve direnç önemlidir, bu belki de öz saygının zarar görmesindeki yorumdan dolayıdır. Psikoanalizde diğer önemli bir nokta ise tranferanstır. Danışanlar çocukluklarındaki deneyimleri terapiye yansıtırlar. Heinz Kohut ve Carl Rogers'ın uzun yıllar önce aynı üniversite'nin farklı bölümünde olmaları büyük rastlantı. Bir süre sonra kohut anlıyor ki danışanlarının deneyimleri geçerli.
Kişiyi onun perspektifinden anlamaya çalışmak Carl Rogers için çok önemli. Rogers için önemli olan bir nokta daha var o da gerçekleştirme potansiyeli. Eğer bir kişi karşışındaki kişiden yargılanmıyorsa (unconditional positive regard) ve anlaşılıyorsa bunun sonucunda öz saygısı artar (unconditional positive self regard). Terapide terapist karşısındakine saygı duymali yargılamamalıdır. Rogers danışanlarını ''hasta''olarak görmez çünkü hiç bir insanın duygusal karışıklıklardan hasta olduğunu düşünmez. İnsanları analiz etmeye dair bir arzusu olmamıştır. Danışanının iyileşmesinde ona karşı empatik anlayış yüklemenin güven vermemin etkili olacağını düşünmüştür.
Rogers son zamanlarında düşüncelerini birçok aktiviteye de yöneltmek istemiştir; eğitime, aile ilişkilerine, iş yönetimine gibi. İnsanlar güvenle, kabullenmeyle, anlaşılmakla, gerçek tutumla iyileşebilirler diye düşünüyor Rogers.

Makaleyi özetleyen: Gülsemin Şahin

Makale Özeti: Gerçekten Şizofrenojenik Ebeveyn Var Mı?

Şizofrenojenik ebeveyn; soğuk, reddedici, mükemmeliyetçi, duyarsız ve baskıcı, ayrıca aşırı koruyucu, bağımlılığı kamçılayıcı olan ve çocuklarına karşı aynı anda hem katı ahlakçı, hem de baştan çıkarıcı bir tavır sergileyen ve çocuklarında şizofreninin gelişmesinde rol oynadığı düşünülen ebeveynler için kullanılan bir terimdir. Bu tür ebeveynleri bulunan çocuklar olgunlaşmamış, çaresiz, kaygılı, cinsel anlamda çatışmalı bir yapı kazanır. Bu tür bir aile ikliminde yetişen çocukların şizofreniye daha yatkın olduğu düşünülmektedir. Şizofreniklerin tedavisini yapan terapistler onların aile ilişkilerinin nevrotik hastaların ilişkilerinden farklı olduğunu düşünürler. Tematik Algı Testi, Rorschach ve aile ilişkileri ölçüldüğünde gerçek ailesiyle olan şizofreniklerde evlatlık olan şizofreniklere göre daha fazla iletişim sapması (communication deviance) olduğu gözlenir.
Şizofrenik kişilerin aileleri şizofrenojenik ebeveyn etiketini üzerlerinde taşımaktan hoşlanmazlar. Çünkü hatalarının olduğunu kabul etmek istemezler. Bu yüzden şizofreninin genetik ve fizyolojik bir rahatsızlık olduğunu vurgularlar. Hiç bir ebeveyn mükemmel değildir. Birçok aile çocuklarını nasıl yetiştirdikleri konuşunda endişe yaşarlar. Çocukları gelişimlerinde bazı sıkıntılar çekse de bu sıkıntılar onları olgunluğu ulaştırır. Fakat şizofreniklerin ebeveynleri çocuklarının nasıl sıkıntılar yaşadıklarının hiçbir zaman farkında olmazlar ve bu çocuklar olgunluğa ulaşmazlar.
Bazı aileler çocukları dışa dönük olmadıklarında bundan kendilerini sorumlu tutarlar ve düşünürler, “Ben ne yaptım?” diyerek kendilerini sorgularlar. Şizofreniklerin aileleri ise çocuklarına karşı onlara zarar veren hareketler (fiziksel, cinsel ve sözel taciz gibi) yapmalarına rağmen, kendilerini onların hastalıklarından sorumlu tutmazlar ve rahatsızlıklarının sebebini fizyolojik ya da genetik olduğunu savunurlar. Hatta çocuklarının onları taciz etmesi için tahrik ettiklerini söylerler. Tabii ki bu durum bütün şizofrenik hastaların aileleri için geçerli değildir. Fakat terapistler nevrotik hastaların aileleriyle şizofrenik hastalarının ailelerini karşılaştırdıklarında böyle bir sonuç elde ederler. Aynı zamanda sağlıklı ve güvenli bir çocukluk dönemi geçirmelerine rağmen ileriki yaşlarında şizofreni tanısı alan bireylerde bulunmaktadır.
Yapılan araştırmalarda, genetik faktörlerin şizofreni üretmesi için yeterli olmadığı fakat şizofreni olasılığını yükselttiği, olumsuz aile deneyimlerinin şizofrenide ve ciddi patolojilerde etkisinin olduğu ve evlat edinen ebeveynler ile çocuk arsındaki iletişim sapmasının ciddi patolojilere yol açtığı bulunmuştur. En büyük etkenin evlat edinen ebeveynler arasındaki iletişim sapmasının olduğu araştırmalarda kanıtlanmıştır. İletişim sapması, bütünlüğü kaybolmuş ve bir konuya odaklanmayı sürdürmede yetersizlikle belirli, organizasyonu bozulmuş bir iletişim biçimini tanımlamak için Wynne ve Singer tarafından ortaya atılmış bir kavramdır. Bu tarz iletişimin, yatkınlığı olan çocuklarda bilgi işleme süreçleri ve düşünce bozukluğuna yol açabileceği bildirilmiştir. İletişim sapması aile etkileşimiyle, Rorschach’yla ve Tematik Algı Testi’yle ölçülür.
Patojenez, ebeveyn ebeveynlerin ihtiyaçları ve çocuğun ihtiyaçları arasında bir çatışma olduğu zaman, ebeveynin bilinçdışı olarak çocuğun ihtiyaçlarını yok sayıp kendi ihtiyaçlarına göre davrandıklarında ortaya çıkar. Bu durum Tematik Algı Testi’yle ölçülür. Araştırmalar sonucunda normal kişilerin anneleri %35 patojenik iken şizofrenik hastaların anneleri %65 patojenik olduğu görülmüştür. Patojeniği test etmek için Tematik Algı Testi’nde anlatılan hikayelerde eğer baskın ve bağımlı iki karakter varsa ve bu hikayeden baskın karakter bağımlı karakterin ihtiyaçlarını önemsemiyorsa, bu hikaye patojenik olarak ölçülür. Hikayelerde genellikle bir katil ya da mutsuz bir çocuk vardır. Bir araştırmada, 6 şizofreniğin anneleriyle 6 normal çocuğun annelerine Tematik Algı Testi uygulandığında şizofreniklerin annelerinin hikayelerinin patojenik olduğu gözlenmiştir.

Referans:
Karon, B. P., & Widener A. J. (1994). Is there really a schizophrenogenic parent?. Psychoanalytic Psychology, 11, 47-61.

Makaleyi özetleyen: İlkay Azak

Makale Özeti: Başarı İhtiyacının Ölçülmesinde Tematik Algı Testi’nin ve Anketlerin Geçerliliği: İki Metaanaliz

Uzun yıllardır insan davranışlarının dürtüsel temeliyle ilgili araştırmalar yapılmıştır. Bu çalışmalarda başarı güdüsünün etkilerine ve kaynaklarına odaklanılmıştır. Başarı ihtiyacının insanların performansları üzerindeki etkilerine bakılmıştır. Bireylerdeki başarı ihtiyacını ölçmek için Tematik Algı Testi’ne ihtiyaç duyulmuştur. Tematik Algı Testi’nde katılımcılara resim sunulur ve bu resimlere bakarak hikaye yaratmaları istenir. Onlar hikayelerini yazarlarken 4 soru sorularak onlara hikayeleri yazmalarında yol gösterilir. Her resim hakkında kısa hikayeler yazarlar. Daha sonra yazdıkları bu hikayelerde çeşitli başarı hayalleri kodlanır. Tematik Algı Testi’nin bireylerin başarı ihtiyaçlarındaki farklılıkları ölçmesinde yeterli bir test olmadığını düşünen araştırmacılar da vardır. Başarı dürtüsünü ölçmede anketlerin geçerliliğinin ve güvenilirliğinin Tematik Algı Testi’nden daha fazla olduğunu ve bu iki ölçeğin arasında herhangi bir ilişki olmadığını düşünürler. McClelland ve Atkinson, TAT’ın iyi yönetildiğinde geçerliliğinin yüksek olduğunu, uzun süreli gerçek dünyayla ilgili davranışlarını tahmin etmede anketlerden daha iyi olduğunu kabul etmişlerdir. Fakat başarı güdüsünü ölçümlerinde TAT ve anketler arasında bir ilişki olmadığını çünkü her iki ölçümünde kişiliğin farklı yönlerini ölçtüğünü savunurlar. İkisi arasındaki mücadeleyi anlamak için örtülü dürtülerle (implicit motives) çalışmak gerekir. Çünkü Tematik Algı Testi’nde anlatılan hikayelerde kişi kendini açıkça anlatmaz. Bilinçdışı dürtüleri yansıtırlar. Böylece bireyin örtülü dürtüleri olan başarı ihtiyacı, yakınlık ihtiyacı ve güç ihtiyacı TAT’ta anlatılan hikayeler vasıtasıyla su yüzüne çıkar. Başarı güdüsü ve başarıyla alakalı davranışlar arasında güçlü bir etkileşim vardır. Yani başarı davranışı dürtüler ve çevresel teşvik ediciler sonucunda ortaya çıkar. Sosyal teşvik ediciler (social incentive) durum özellikleridir. Mesela ödüller, beklentiler, istekler ve normlar sosyal teşvik edicilerdir. Hareket teşvik ediciler (activity incentive) ise görevin kendi özellikleridir. Bazı örtülü dürtüleri yüksek olan kişilerde görevin kendisini yaparak desteklenirler. Mesela görevdeki risk, beklenmedik surumlar, içerik ve zaman baskısı gibi unsurlar hareket teşvik edicidirler.
McClelland Tematik Algı Testi’nin savunulan ve karşı gelinen yönlerini daha iyi açıklamak için işlemsel ve tepki terimlerinin kullanır. İşlemsel davranış (operant behavior), çevrede belli bir etki yaratmak, belli bir sonuca ulaşmak için organizmanın giriştiği kendiliğinden, iradi davranışlar için kullanılan bir terimdir. Kişi uyarıcıyı kontrol edemez. Tepki davranışı (respondent behavior), kişinin çevresel özellikleri tarafından kontrol edilen davranışlardır. Çevredeki uyarıcıyı bildiğinde meydana gelen davranışlardır. İnsan davranışları genellikle tepki davranışlarından oluşur. Mesela işlemsel davranışın sonucu, gelir, bir organizasyonda lider olmak ve işteki konumun yükselmesi gibi sonuçlardır. Tepki davranışının sonuçları ise, okul başarısı, zeka ve başarı testlerindeki puanı ve kişilik envanterindeki puanıdır. Çünkü buradaki davranış çevresel uyarıcılar tarafından belirlenir. İşlemsel ve tepki davranışları terimleri üzerinden düşünülerek bu makaledeki hipotezler oluşturulmuştur.
Tematik Algı Testi’ni eleştirenler anket ölçümlerinin sonuçları daha iyi tahmin ettiğini savunurlar. Çünkü anket ölçümleriyle sonuçlar arasındaki ilişkinin, TAT ölçünleriyle sonuçlar arasındaki ilişkiden daha yüksek olduğu yapılan araştırmalarda kanıtlatmıştır. McClelland ise TAT’ın uzun süreli davranışları tahmin etmede, anketlerin ise seçimleri ve tutumları tahmin etmede daha iyi olduğunu savunmuştur. Başarı ihtiyacının TAT ölçümüyle belli bir durumdaki sonuçların arasındaki ilişki başarıyı hareket teşvik edicilerin (activity incentive) sayısına bağlıdır. TAT ve anket ölçümlerinin hangisinin barı ihtiyacı, yakınlık ihtiyacı ve güç ihtiyacı gibi dürtüleri belirmede daha iyi olduğunu görmek için bu ölçümlerle ilgili 105 tane makale okunup tek tek incelenmiştir. Bu incelemelerin sonucunda, başarı ihtiyacını ölçmek için Tematik Algı Testi’nin ölçümlerinin anket ölçümlerinden daha güvenilir ve geçerli olduğu ortaya çıkmıştır. Ayrıca Tematik Algı Testi’nin davranışları tahmin etmede anketlere göre daha iyi olduğu gözlenmiştir. Sonuç olarak bu çalışmada hem Tematik Algı Testi’nin hem de anketlerin dürtüleri ölçmek için insan davranışlarında önemli rol oynadıkları gözlenmiştir.

Referans:
Spangler, W. D. (1992). Validity of questionnaire and TAT measures of need for achievement: Two meta-analyses. Psychological Bulletin,112, 140-154.

Makaleyi özetleyen: İlkay Azak

Makale Özeti: PERSONALITY AND ACADEMIC PRODUCTIVITY IN THE UNIVERSITY STUDENT

Bu çalışma Seville Üniversitesinde derslerinde başarısız olan öğrencilere yapılmıştır. Başarısızlıklarının kişilik faktörleriyle ilişkisi incelenmiştir. Katılımcıların sayısı 103 tür ve yaş ortalaması 21'dir. Bu öğrenciler 16 pf kişilik envanterine göre değerlendirilmiştir.
16 pf Kişilik Envanteri çoktan seçmeli 185 sorudan oluşmaktadır. Uygulama süresi yaklaşık olarak 45 dakikadır. Envanterde yer alan her faktör, 10’lu bir skala üzerinde düşük ve yüksek olmak üzere iki düzeyde değerlendirilmektedir. 16PF Kişilik Envanteri, 16 temel kişilik özelliğini ölçmektedir. Bu kişilik özellikleri (boyutları), Sıcakkanlılık, Problem Çözme, Strese Tolerans, Baskınlık, Canlılık, Kurallara Bağlılık, Sosyal Girişkenlik, Duyarlılık, İhtiyatlılık, Soyuta Odaklılık, Ketumluk, Kendini Sorgulama, Değişimlere Açıklık, Kendine Yeterlik, Mükemmeliyetçilik ve Gerginlik şeklinde sıralanabilir.
Katılımcılara Survey of Interpersonal Values testi uygulanmıştır ve aynı zamanda katılımcılara WAIS testi uygulanmıştır. David Wechsler Yetişkinler Zekâ Testini (1939) New York’ta Bellevue Hastanesinde klinik psikologu olarak kazandığı deneyimlere dayanarak geliştirdi. Bugün kullanılmakta olan Wechsler zekâ ölçekleri üç takımdır. Bu takımlarla dört yaşından başlayarak her yaş düzeyinde bireylerin zihin seviyeleri ölçülmektedir.
Çocuklar için Wechsler Testi (WISC) de bireysel olarak uygulanan bir zekâ ve yetenek testidir. Sözel ve performans olarak 10 tane alt testi vardır. Bu testlerdeki ödevlerin başarılarından elde edilen puanların ortalaması ile standart sapma yöntemi aracılığıyla çocuğun zekâ yaşı saptanabilir.
Yetişkinler için kullanılan Wechsler Testi (WAIS) en yaygın olarak kulanılan ve ayrıntılı yoklama olanakları sağlayan testlerden biridir. Bu testte sözel ve eylemsel performans olarak 11 alt-test vardır. Wechsler testinde sonuç standart sapma yoluyla saptanır..
Katılımcılarda ilgisizlik, sorumluluktan kaçma eğilimi, çevrelerindekilerin istekleriyl kendi istekleri arasında dengeyi kuramama özellikleri bulunmaktadır. Katılımcıların %65' i geniş ailelere sahiptir. Sadece %2.5' i ailelerindeki tek çocuktur. Katılımcılar okullarında başarısız olan öğrencilerden seçilmiştir. WAIS testine göre katılımcıların ortalama IQ seviyesi 122 ve bu sonuç genel ortalamanın üstündedir. Yani IQ skorlarıyla derslerde başarısız olmalarının bir ilişkisi yoktur.

Makaleyi özetleyen: Merve Negiş

Makale Özeti: The Relations between Parents’ Big Five Personality Factors and Parenting: A Meta-Analytic Review

Çocuk yetiştirmede ailenin rolü çok fazladır. Aslında sadece aile çocuk gelişimini etkilemez, daha modern bir düşünceye göre çocuk yetiştirmede ortaya çıkan farklılıklar, aile- çocuk ilişkisinden kaynaklanmaktadır. Yapılan araştırmalarla göre çocuk yetiştirmede 3 farklı boyutta incelenebilir. Bunlar sıcaklık (warmth), davranış kontrolü (behavioral control) ve özerklik (autonomy support).
Sıcaklık boyutu, ailenin çocuğa bireysellik kazandırmak istediği, ve çocuğun ihtiyaçlarını desteklediği bir aile boyutudur. Gelişim ve duygu düzenlemesi için gerekli bir boyuttur. Eksik olduğu zaman davranış bozukluklarına yol açabilmektedir. Davranış kontrolü ise ailenin çocuk üzerinde davranış kontrolünde bulunmak istemesi, aileyle bütünleşmesini istemesi ve çocuktan olgun davranışların beklendiği bir boyuttur. Davranış kontrolünün karşıtı ise kaos olarak adlandırılmaktadır. Bu boyut ise gevşek, tutarsız bir yetiştire tarzıdır. Özerklik boyutu ise, çocukları aktif bir şekilde keşfetmeye ve kendi isteklerini, hedeflerini belirleye yönelten bir boyuttur. Çocukların ahlaki gelişiminde önemli bir boyuttur. Özerklik boyutunun karşıtı ise zorlama (coercion) olarak adlandırılmaktadır.
Bu araştıranın amacı aile kişilik özelliklerinin beş büyük faktör ile olan ilişkisi ve çocuk yetiştirme üzerindeki etkisini araştırmaktır. Çalışma, daha önce yapılmış beş büyük faktör ve çocuk yetiştirme etkisini araştıran 30 çalışma üzerinden 5,853 katılımcının sonuçları tekrar gözden geçirilerek yapılıştır.
Sonuçlara baktığımız zaman ise, ailenin beş büyük faktör üzerinden kişiliğinin, çocuk yetiştirme üzerinde etkili olduğu görülmüştür. Beş büyük faktörün her biri sıcaklık ve davranış kontrolü boyutları ile ilişkili bulunurken, özerklik boyutu için yalnızca uyumluluk ve duygusal denge faktörleri için ilişkili bulunmuştur.
Dışa dönüklük, uyumluluk, sorumluluk ve yeniliğe açıklık faktörlerinden yüksek; duygusal dengesizlik faktöründen ise düşük puan alan ailelerin çocuk yetiştirmede sıcaklık boyutuna daha yakın oldukları gözlemlenmiştir.
Uyumluluk faktöründen yüksek, duygusal denge faktöründen ise düşük puan alan ailelerin diğer ailelere göre daha destekçi oldukları görülmüştür. Bu sonuç, duygusal denge puanı yüksek, uyumluluk puanı ise düşük olan ailelerin, çocuklarına yanlış davranış sergiledikleri zaman negatif bir şekilde yaklaşmalarıyla tutarlı bulunmuştur.
Uyumluluk puanı yüksek, duygusal denge puanı düşük olan aileler ise hüsrana ve sıkıntıya daha az toleranslı oldukları ve bunun sonucunda ise daha disiplinli oldukları görülmüştür.

Referans:
Prinzie P., Stams G., Dekovic M., Reijntjes A. & Belsky J. (2009). The Relations between Parents’ Big Five Personality Factors and Parenting: A Meta-Analytic Review. Journal of Personality and Social Psychology, 97,351.362.

Makaleyi özetleyen: Merve Feyizoğlu

Makale Özeti: Depresyon ve Kişilik

Depresyonun ortaya çıkmasında, süresinde ve sonlamasında kişiliğin rolü oldukça büyüktür. Genetik yatkınlık, çevresel faktörler, erken yaşantılar, öğrenme, strese duyarlılık, stresle başa çıkma yetisi, bağlanma, bağımlılık, benlik saygısı gibi kavramlar kişilik ve psikopatoloji çerçevesinde yer almaktadır. Depresyon ve kişilik arasındaki ilişkiyi açıklayan dört model bulunmaktadır. Yatkınlık modeli, bazı kişilik özelliklerinin depresyona yatkınlığını ileri sürerek bu modeli açıklamaktadır. Örneğin umutsuz duygulanım, suçluluğa yatkınlık, kendini inkar etme ve kendine güvenmeme gibi özelliklere sahip olan kişiler depresyona daha yaktın olan kişilerdir. Bu kişiler Freud’a göre oral doyumdan yoksun kaldıkları için kızgınlık hissettiği objenin kaybına karşı geliştirilen bir yas tepkisinden doğduğunu ileri sürmüştür. Bu kişiler kızgınlıklarını kendilerine yönelterek depresyonun ilk tohumlarını yaşamlarının ilk yıllarında atmış bulunurlar. Ayrıca Abraham erken çocukluk döneminde çocuğun yaşadığı hayal kırıklıklarının depresyonu başlattığını ve yatkınlığını arttırdığının üzerinde durmuştur. Ayrıca bu kişilerin bağımlı ve obsesif yanları da bulunmaktadır bunun yanında da narsisistik özelliklere sahip olabilirler. Zedelendikleri bir durumla karşılaşınca depresyona girmeleri çok kolay olmaktadır. Olumsuz şemaların yaşam boyunca depresif bir yönelime neden olacağını savunan Beck, depresif kişileri bilişsel incinebilirlikleri açısından sosyotrop ve otonom olarak iki gruba ayırmıştır. Patoplastisite modeli, obsesiflerin kontrol kaybıyla ajite olduklarını ve bunun sonucunda ağır depresyon yaşadıklarını, histrioniklerin de intihar eğilimlerinin olduğunu ve baştan çıkarıcı ve talepkar davranışlarıyla deprese özelliklerini kamufle ettiklerini iddia eden bir modeldir. Sekel modeli, depresyon tedavisi yapılsa bile kişilerin, kişiler arası çatışmaları ve engellenmiş iletişimi sürdürdükleri dile getiren bir modeldir. Spektrum modeli, duygulanım bozukluğu olan bireyde gözlenen kişilik özellikleri temeldeki hastalığın hafif formunu ya da alternatif bir görünümünü temsil eder.
Kişilik özellikleri ve depresyon arasındaki ilişki klinisyenin tedavi yöntemi için yol gösterici bir etken olmalıdır. Örneğin bağımlı ve sosyotrop kişiler grup terapisinde daha iyi sonuçlar almaktadırlar bunun yanında otonom bireyler bireysel psikoterapiden olumlu sonuçlar almaktadırlar. Mükemmeliyetçi ve intihar eğilimli olan kişiler bilişsel terapiden, kişilerarası problem yaşayan depresyon hastaları ise kişilerarası terapiden fayda görür.

Referans:
Ünal S. (2000). Depresyon ve Kişilik, Duygudurum Dizisi, 2, 72-76.

Makaleyi özetleyen: Dolunay Hatipoğlu

Makale Özeti: Study of Personality Factors in Postgraduate Medical Students

Bu çalışmanın amacı tıp eğitimini bitiren öğrencilerin kişilikleri arasındaki farklılıkları veya benzerlikleri ortaya çıkarmak ve karakterlerine uygun uzmanlık alanını belirlemektir. Bütün bunları belirlemek için 16PF envanteri tercih edilmiştir.
Tıp alanında başarılı olabilmek için çok çalışmanın yanında kişilik özelliklerinin de bu mesleğe uygun olması gerekmektedir. Sabırlı, insanlarla iletişimi iyi, kültürlü, yeniliklere açık ve kendini geliştiren bireyler olmaları gerekmektedir. 4yıllık tıp eğitiminden sonra seçecekleri uzmanlık alanıda kendi karakterlerine uygun olması gerekmektedir. Eğer kendi karakterlerine uygun bölümleri seçerlerse daha başarılı olmaları beklenmektedir.
Kullanılan 16PF testi, bir çok alanda kullanıldığı gibi bu çalışmada tıp öğrencilerinin kariyerlerini hangi alanda devam etmesi gerektiği hakkında bilgi vermek için de kullanılmıştır. 16PF envanterinin öğrencilere uygulanan versiyonu kullanılmış ve herhangi bir süre kısıtlaması olmamıştır. Bu envanter, kişilik özelliklerinden 16 temel kişilik özelliği ölçmektedir. Bunlar; Sıcakkanlılık, Problem Çözme, Strese Tolerans, Baskınlık, Canlılık, Kurallara Bağlılık, Sosyal Girişkenlik, Duyarlılık, Dikkat, Soyuta Odaklılık, Ketumluk, Kendini Sorgulama, Değişimlere Açıklık, Kendine Yeterlilik, Mükemmeliyetçilik ve Gerginliktir.
51 katılımcıya uygulanan bu çalışma etik kurallarına uygun biçimde tamamlanmıştır. Katılımcıların 25'i cerrahlık alanından 26 kişisi dahiliye alanından seçilmiştir. Bu iki alanda olan öğrencilerin kişilik özelliklerindeki farklılıkları ortaya koymak için SPSS ile Faktör analizi kullanılmıştır. İlk olarak öğrencilerden demografik bilgiler alınmıştır. Bu bilgiler şunlardır; yaşı, cinsiyeti, medeni durumu, ailesinin eğitim durumu ve mesleği. Alınan bilgilere bakıldığında iki alandaki öğrencilerin ailelerinin bir çoğunun eğitim seviyesi yüksek olduğu ortaya çıkmıştır. Demografik bilgilerin alınmasından sonra 16PF envanteri uygulanmıştır. Uygulanan envanterin sonuçlarına göre; dahiliye ve cerrahlık alanında olan öğrencilerin kişilik özellikleri hemen hemen aynıdır ciddi farklılıklar ortaya çıkmamıştır. Problem çözme faktöründe; dahiliye öğrencilerinin ortalaması 4.9 iken, cerrahların 5.1 dir. Diğer bir örnek ise; Baskınlık faktöründe dahiliye öğrencilerinin ortalaması 5.6, cerrahların 5.4 olduğu görülmektedir. Sonuç olarak yapılan faktör analizi ile her iki alandaki kişilerin karakter özellikleri arasında çok fazla fark olmadığı ortaya çıkmıştır.

Referans:
Rathi. A. A., Prabhugaonkar. S. V., Jadhav B. S., Shanker. S. S., & Dhavale. H. S. (2008). Bombay Hospital Journal, Vol. 50, No. 2.

Makaleyi özetleyen: Büşra Toktaş

Makale Özeti: Compassion Focused Therapy

Merhamet odaklı terapi (CFT) aynı zamanda merhamet zihin eğitimi (CMT) olarak ta bilinmektedir. Terapi ileri düzeyde utanç duyan ve kendini eleştiren insanlara yardım amaçlı geliştirilmiştir. Bu danışanlarda ortak özellik olarak, yüksek seviyede kaygı ve ruhsal durumlarında düşüklük yaşadıkları görülmüştür.
Bütün psikoterapilerde terapinin öneminin danışan terapist arasında güven duygusu sağlayabilmeye ve merhamet geliştirmeye bağlı olduğu bilinir.
CFT farkındalığımızın artmasını ve otomatik tepkileri anlamamızı sağlar. Terapinin anahtar prensipleri; kendi mutluluğunu sağlayabilmek için, kendi stresi ve ihtiyaçlarına daha duyarlı olmaya ve kendilerine karşı samimiyeti ve anlayışı sağlamaya motive eder. Terapist danışanı kişisel sakinleşme hareketlerini kullanmaya teşvik ediyor.
Birçok insan ihmalkâr, acı veya travmatik geçmişlerinden dolayı utanç duyuyorlar ve acımasız kişisel eleştiri yapıyorlar. Utanç ve kişisel eleştiri depresyon, sosyal kaygı, yeme problemleri, sınır kişilik problemi ve travma sonrası stres bozukluğu gibi psikolojik sıkıntılarla büyük bir oranda bağlantılıdır. Merhamet odaklı terapi bu sıkıntı alanları üzerine çalışmaktadır.
Gilbert bu terapinin taslağını üç daire modeline göre oluşturmuştur. Vaka geçmişinde utanç ve kişisel eleştiriyi kavramsallaştırıyor. Terapi özgüven - kişisel merhamet ve öz eleştirme - kendi kendini ıslah etme arasında ayrımları danışanlara öğretir. Danışanların yeteneklerinden gelen merhameti ve bu yeteneğini merhamet geliştirmede nasıl kullanacağı öğretiliyor.
Merhamet odaklı terapide, terapistler utanç ve kişisel eleştirinin kökenleri ve doğası hakkında bilgi edineceklerdir, bunları değiştirmenin zor olduğunu görecekler çünkü insanlar bu konuda kişisel koruma stratejileri geliştirmişlerdir. Terapist danışana merhamete yeniden bağlamayı, merhamet görmeyi ve merhameti hissetmeye yeni yollar inşa ederek öğretir. Bu gelişim danışanları pozitif olarak etkiler ve onlara kendini kendilerine sakinleştirme yeteneği kazandırır. CFT danışanları kendilerine merhamet etmelerine utanç ve kişisel eleştiriyi otomatikman yumuşatmalarına teşvik eder ve davranışları uygulamaya önem verir.
Sorunlu çocukluk dönemi geçirmiş, kendini sakinleştiremeyen veya kendinle barışık olamayan insanlar merhamet odaklı terapiyi daha yavaş geliştirir. Bu insanların düzenleme sistemi ile beyinleri ciddi şekilde etkilenmiştir, bu insanlara kolaylıkla ulaşılamaz. Bu insanlara yardım olumsuz duygu ve düşüncelerini azaltmak, otomatik olarak kendi kendine rahatlatıcı ve kendine merhamet edici olumlu kapasiteleri etkinleştirmez.
Terapi, koruma stratejilerinde kendine merhametten gelen öz güven ve kendi cezalandırmadan kaynaklanan öz eleştirinin farkını açık olarak belirtiyor. Terapi de kişisel merhamet geliştirme danışanlara bazı teknikleri uygulamak için fırsatlar sunuyor. Mesela terapist danışanlarından problemleri olduğunda merhametli biri ile dertleşiyormuş gibi bir mektup yazmalarını istiyor, sonra bunun sonuçlarını terapide tartışıyorlar.
Terapi boyunca danışanlar; utanç ve kişisel eleştirinin farklı boyutlarını, utanç ve kişisel eleştirinin aslında onların kendilerini korumaları için geliştirdikleri bir güvenlik davranışı olduğunu öğreniyorlar. Terapi, bazı insanların neden kendine merhamet göstermekten korktuklarını ve bu kişiler ile nasıl çalışılacağını öğretiyor. Merhamet odaklı terapi danışanlarına kendilerine ve diğer insanlara karşı merhameti geliştirmek için dikkatlilik, mektup yazma, hafıza emirleri ve beden iradeleri gibi birçok teknik sağlar.

Referans:
Gilbert, P.,(2008) “Compassion Focused Therapy Finding an Antidote to Shame & Self-Criticism” A two-day workshop present

Makaleyi özetleyen: Fatma Avcı

Makale Özeti: COMPASSION-FOCUSED THERAPY

Merhamet odaklı terapi insanlara terapi boyunca ve diğer zamanlarda kendilerine ve başkalarına nasıl merhametli olabileceklerini öğretmeyi amaç edinmiştir. Merhametli olmak empatiyi, birinin kendi duygularını ve başkalarının duygularını anlayabilmeyi, şefkatli olmayı, kabul edici olmayı ve kendine ve diğerlerine zor bir durumda iyi niyetle tolerans göstermeyi gerektiriyor.
Merhamet odaklı terapi danışanlarına beyinlerinin nasıl meydana geldiğini, endişe, öfke ve depresyonun “onların hataları olmayan” doğal süreçler olduğunu öğretiyor. Terapi insanlara tehdit edildiklerini hissettiklerinde ve kendilerini öz eleştirdikleri zaman da güçlü bedensel duygularla, nefeslerini yavaşlatmayı ve dikkatlerini hayal edilebilen şefkatli bir yere tekrar odaklamayı, merhametli insana yakışan gibi ya da merhametli bir kişinin onlarla konuştuğunu hayal etmesinin öğretilebileceğini savunuyor. İnsanların kendini işe yaramaz ve başarısız hissettiklerinde (örn. ben gerçekten yaşamımda ... başardım, arkadaşlar çoğu kez benim desteğimi arar, bu düşünceler ben depresyonda iken gelir geçer ve gerçek değildir) daha nazik düşünceler düşünmesi öğretilebilir diye savunuyorlar. Merhamet odaklı terapi herhangi bir danışan için kişisel ya da grup terapisi boyunca özellikle de fazla utanma ve öz eleştiri yaptıkları durumlarda uygulanır.
Merhamet odaklı terapi uygulanan bir vaka çalışması: Jane birkaç yıldır ara ara depresyona giren ve intihar girişimde bulunmuş bir danışandır. Jane, çocukken kendini sürekli eleştiren annesinden ilgi görmek için annesini sürekli bastırmaya çalıştığı anlatıyor. Jane okulda kabadayı olmak ve annesinin eleştirileri ile ilgili utanç dolu anıları olduğundan bahsediyor. Bu vakada çatışma ve başarısızlık kendini eleştirmeyi tetiklediği düşünülüyor. Jane ben işleri tekrar berbat ettim, insanlar benden hoşlanmıyor, bunun daha iyi üstesinden gelmeliyim diye düşüncelere sahip.
Terapist danışanına ‘biz 3 çeşit duyguya sahibiz’ diye açıklıyor: korktuğumuzdaki endişe ve öfke, zevk ve bir şeyleri yapmayı istemek ve üçüncü olarak, memnuniyet, huzurluluk, mutluluk ve sakinleşmiş hissetmek gibi duygulara sahip olduğumuzu anlatıyor. Sakinleştirici duygular bize diğer duygularımızı yönetmekte yardım eder ve bu duygular biz insanların nazik ve yardımsever olduklarını düşündüğümüzde gelirler.
Terapist başkalarından veya kendimizden eleştiri bizi kaygılı hissettirir, bunun yanında nezaket ve yardımseverlik bizi sakinleştirir diye açıklıyor. Jane kendine karşı merhametli duygular geliştirmede isteksiz davrandı, çünkü merhametin “yumuşamak, gardını indirmek ve kendine karşı müsamahakâr olmak: ben bunu hak etmiyorum, daha sert olmalıyım, merhametli değil” olduğunu düşünüyordu.
Terapist böyle gönülsüzlüğün yaygın olduğunu söylüyor. Jane şimdi birlikte bir adım atmayı öneriyor. Terapist Jane’ e eğer istersen gardını tutmakta özgürsün, eğer terapinin sonunda merhameti hak etmediğini düşünüyorsan onu görmezden gelebilirsin, ama merhameti hissetmenin senin için ne kadar işe yarar olduğunu ve sana nasıl faydası olduğunu görebilirsin diye söyleyerek onu uygulamaya başlamasında teşvik etti.
Terapi danışanlarının korku duygularını hissizleştirmede: kendilerine karşı merhameti geliştirmek, rahatça oturmak ve nefeslerine odaklanmak, kendi kişilik kalitelerini düşünmelerini ve sevecen bir tanımlamada bulunmalarını, daha çok merhametli biri olduğunu hayal etmelerini gibi yöntemler kullanıyor. Bu yöntemi tekrar tekrar uyguladıktan sonra onların öfkelerine ve endişelerine karşı merhametli olabileceklerini söylüyorlar. Terapi danışanlarının öz eleştiriler aklında geldiğinde 30 dakika durarak bedeninde ve duygularında neler olduğunu fark edebilir, düşünce duygu ve davranış arasındaki öz eleştiri yaptıklarını görebilirler ve daha dikkatli nefes alıp vermelerini sağlamada farkındalık kazanabileceklerini savunuyor.
Jane merhamet odaklı terapiyi 25 oturumda tamamladı. Jane artık daha yavaş nefes alabiliyor, birinin nazikçe onunla konuştuğunu hayal edebiliyor, merhamet yolu anlayabiliyordu. Jane terapi boyunca her gün bir merhametli davranışla kendini nasıl meşgul edeceğini ve bu davranışı yaparken nasıl hissettiğini fark etti. Terapi Jane’ ne nasıl eleştiri yaptığının farkına varmada ve iyiliksever olmanın farklı bir duygu olduğunun önemini fark etmede yardımda bulunmuştur.

Referans:
Gilbert P.,(2009) “Compassion Focused Therapy” Mental Health Research.

Makaleyi özetleyen: Fatma Avcı

Makale Özeti: Temporomandibuler Bozukluğu Olan Hastalarda Mizaç ve Karakter Boyutları

Bu araştırmanın amacı; Temporomandibuler bozukluğu olan hasta örnekleminde Mizaç ve Karakter envanterini kullanarak hastaların kişilik profillerinin belirlenmesidir. Temporomandibuler; alt ve üst çeneyi birleştiren bağın düzgün şekilde çalışmamasıdır. Bu bağ vücuttaki en karmaşık yapılı eklemlerden biri olup alt çenenin öne, arkaya ve yana hareket etmesini sağlamakla görevlidir. TMB’ de çene hareketleri sırasındaki eklem sesi ve hareket kısıtlıkları görülebilir. Hastaları tedavi aramaya zorlayan en sık belirtiler ağrı ve çiğneme ya da konuşma işlevindeki sınırlanmalarıdır. TMB işlev bozukluğu olan hastalarda stresin ve psikososyal, nöropsikolojik ya da bilişsel etkenin rol oynadığına ve TMB ‘nin aketsitimi, anksite, depresyon ve somatizasyon gibi psikiyatrik durumlarla ilişkili olabileceği düşülmektedir.
Cloninger ‘in geliştirdiği ve tanımladığı kişiliği boyutsal ve psikobiyolojik açıdan açıklayan modelde, iki temel yapı taşı olan mizaç ve karakter boyutları vardır. Mizaç boyutları kişiliğin biyolojik yönünü yansıtmaktadır. Karakter boyutları da yaşam olaylarında, sosyal öğrenmeden etkilenen özelliklerdir. Mizaç ve karakter boyutlarının TMB ‘nin oluşumunda rol oynamaları olasıdır.
Bu çalışmada, TMB tanısı olan hastalardaki kişilik özelliklerinin, mizaç ve karakter özelliklerini ölçen mizaç ve karakter envanteri (TCI) ile hasta grubunun ve sağlıklı kontrollerle karşılaşması amaçlanmıştır.
TMB tanısı olan 70’i kadın, 18’i erkek, 88 hasta ve TMB öyküsü olmayan 66’sı kadın, 15’i erkek toplam 81 sağlıklı kontrol grubuyla çalışılmıştır. TCI’ i eksik dolduran 7 hasta ve 1 kontrol olgusu çalışmadan çıkarılmıştır. TMB tanısı olan 81 hastadan, 80 sağlıklı kontrol grubundan oluşmaktadır.
TCI; 240 maddeden oluşan, doğru/yanlış şeklinde yanıtlanan kendini bildirim ölçeğidir. TCI, yedi mizaç ve karakter boyutundan ve 24 alt ölçek boyutundan oluşmaktadır. Dört mizaç boyutu ve üç karakter boyutu vardır. Mizaç boyutu; yenilik anlayışı (YA), zarardan kaçınma (ZK), ödül bağımlılığı (ÖB) ve sebat etmeden (SE) ‘den oluşmaktadır. Karakter boyutu ise; kendini yönetme (KY), iş birliği yapma (İY) ve kendini aşma (KA) ‘dan oluşmaktadır.
Bulgular; TCI ‘nin YA mizaç boyutu TMB hastalarında kontrol grubuna göre yüksek bulunmuştur. ZK mizaç boyutu TMB hastalarında sağlıklı gruba göre daha yüksek bulunmuştur. KY karakter boyutu TMB hastalarında sağlıklı kontrol grubuna göre daha düşük olduğu bulunmuştur. İY karakter boyutu TMB tanısı olanlarda sağlıklı gruba göre daha düşük bulunmuştur. Cinsiyete göre değerlendiğinde ZK mizaç boyutunun ve KY ve KA karakter boyutunun kadınlarda erkeklere göre daha yüksek bulunmuştur.
Sonuç olarak; TMB hastaları sağlıklı kontrol grubuna göre mizaç ve karakter açısından farklıklar gösterdiği anlaşılmaktadır. Bulunan bulgulara göre, TMB hasta grubunda, kişilik ve boyutlarına ve somatizasyon ve erkek TMB hastaların TMB’ ye eşlik depresyona ve anksiyete bozukluklarına yatkın olan mizaç profilinin var olduğu söylenebilir.

Referans:
A. Darcan, E. Onur, T. Köse, T. Alkın, A. Erdem. , Temporomandibuler Bozukluğu Olan Hastalarda Mizaç ve Karakter Boyutları, Türk Psikiyatri dergisi 2008; 19(3); 274-282.

Makaleyi özetleyen: Büşra Ulu

Makale Özeti: Psikosomatik Hastalıklarda Mizaç ve Karakter (Temperament and Character in Psychosomatic Disorders)

Psikosomatik hastalıklar önemli hastalıklar grubuna girer ve tıbbın tüm dalını zorlayıcı niteliği vardır. Mizaç ve Karakter araştırması bu hastalıkta da öenmli bir ölçüt olarak görülmüştür. Bilindiği gibi Mizaç ve Karakter Envanteri 240 maddeden oluşan kişinin kendi kendine uyguladığı, doğru veya yanlış şeklinde yanıtlanan bir ölçektir.
Cloninger’in psikobiyolojik kişilik modelinde, dört temel kişilik boyutu ile bir kişinin yenilik, tehlike ve çeşitli ödül tiplerine verdiği yanıtlar incelenmiştir. Mizaç boyutları olan Yenilik Arayışı (YA), Ödül Bağımlılığı (ÖB), Zarardan Kaçınma (ZK) ve Sebatkârlık (S); her biri kendisinin temel duyguları olan öfke, bağlanma, korku ve hükmetme ile erken gelişimsel dönemde gözlenebilir özelliktedirler. Bu mizaç boyutlara ek olarak kendini yönetme (KY), işbirliği yapma (İY) ve kendini aşmadan (KA) oluşan üç boyutlu bir karakter bileşeni de olaya katılır. Bu çalışamanın sonucunda görüldü ki; depresif durum ile ilişkili duygulanım patolojilerinde ZK puanında artış, KY ve İY puanlarında azalma vardır.
Somatizasyon, tıbbi hastalıklarla açıklanamayan somatik belirtilerin olmasıdır ve mizaçla olan ilişkisini inceleyen çalışma sayısı azdır. Üç boyutlu kişilik anketinin çalısmasından çıkarılacak sonuç ise zarardan kaçınmanın somatizasyon şiddeti ile ilişkili olduğudur. Bazı tıp öğrencilerinde ve psikiyatrik hastaların kullanıldığı bir araştırmaya göre de durumsal anksiyetenin psikolojik ve fiziksel yorgunlukla doğrudan ilişkili olduğu tespit edilmiştir.
Psikosomatik hastalıklarda Mizaç ve Karakteri incelersek eğer; dermatolojik hastalıklarda yapılan çeşitli çalışmalarda psikometrik değişkenlerin rolü ortaya konmuştur. En çok görülen baş ağrısı tipi, kronik gerilim tip baş ağrısı olarak biilinir ve bunun da kişilik özellikleri çokça araştırılmıştır ve zaten Mizaç ve Karakter Envanteri araştırmaları için uygun bulunur. Mesela; Di Piero ve arkadaşlarının yaptığı bir çalışmada 16 dönemsel gerilim tipi baş ağrısı, 26 kronik gerilim tip baş ağrısı olgusunun normale göre ZK puanlarının yüksek olduğu bulunmuştur. Kronik gerilim tipi baş ağrısında ise yüksek ZK skorları bu hastaların strese bir yanıt olarak gerilim tipi baş ağrısı geliştirmeye eğilimli bir mizaçlarının olduğunu göstermektedir. Buna benzer çalışmalar fiziksel tıp, göğüs ağrısı, irritabl barsak sendromu ve astım da yapılmıştır. Her birinde birbirleriyle alakalı mizaç ve karakter ilişkileri bulunmuştur. Ancak yapılan çalışmaların sonucunda psikosomatik hastalıklar için ortak bir mizaç ve karakter profilinin olmadığı gözlemlenmiştir fakat çalışmaların çoğunda ortak olan en önemli sonuç ZK puanlarının yüksek olması ve somatizasyonla ilişkili bulunmasıdır. Cloninger’e göreyse fazla zarardan kaçınan kişilerin kronik anksiyetelerinin sıklıkla daha fazla ağrı, zor sakinleşme, kolay yorulma tespit edilmiştir. Yüksek zarardan kaçınma davranışı; çabuk yorulma, yabancılardan kaçınma, diğer insanların endişelenmediği durumlarda bile karamsar düşünceler içinde olma, belirsizlik korkusu şeklinde gözlenir. Bu kişiler sakınan, kendine güveni olmayan, kötümser bireylerdir. Fakat bu kişiler aynı zamanda tehlike olasılığında dikkatli plan yapma ve temkinli kişilerdir. Bu durumun kötü yanı, tehlike durumu yokken bir tehlike beklentisinin olmasıdır.
Zarardan kaçınmanın bu araştırmada yüksek oran da çıkması aslında beklenen bir şeydir. Karakter boyutlarına bakıldığında en sık tekrarlayan bulgunun KY puanlarındaki düşüklük olduğu görülmektedir. KY’nin anlamı ise bireyin bulunduğu durumu korumak için davranışlarını uygun hale getirmesi, düzenleme yeterliliği ve iradeli oluşu demektir.
Sonuç olarak; çalışmaların çoğunda depresyon ve anksiyetenin kontrol edilmediğini gördük. Mizaç ve Karakter envanteri beyni psikobiyolojik modelleme ile inceler,ve bunların hastalığa katkısının,daha çok etiyolojik öneminin etkin hale gelebilmesi için bir çok geniş çalışmalara ihtiyaç duyulduğunu bizlere gösterir.

Makaleyi özetleyen: Büşra Ulu

Makale Özeti: Migren Baş Ağrısı Hastalarının Öfke Tarzları ile Mizaç ve Karakter Özellikleri

Anger and Temperament and Character Characteristic in Patients with Migraine Headache

Bu makalenin amacı Cloninger’in geliştirdiği kişilik bağlamında, migren hastalar ile sağlıklı kişiler arasındaki mizaç ve karakter özellikleri, öfke tarzları ve depresyon düzeyleri bakımından olası farklılıkların belirlenmesi ile bu boyutların birbirleriyle olan ilişkilerinin incelenmesidir.
Bu konuyla ilişki yapılan bazı çalışmalarda, migren hastalarının mükemmeliyetçi, katı, düzenli, hırslı ve rekabetçi özelliklerini tanımlamıştır. Migren hastalarında sağlıklı kişilere göre daha yüksek depresyon, kaygı düzeyi görülmektedir. Bunun yapısında migren hastaların duygularını belirtme eğiliminde sağlıklı kişilerde daha fazla olduğu ortaya konulmuştur.
Cloninger, kişiliğin yapısını ve gelişimini anlamak için kişilik kuramı geliştirilmiştir ve bu kuram, genetik olarak birbirinden bağımsız, yaşam boyunca orta düzeyde olan ve sosyokültürel olarak değişmez sayılan 4 mizaç boyutu ve kendilik kavramları hakkında iç görü öğrenmesi ile kişisel ve sosyal etkinliği sanılan ve karakter boyutunu içermektedir.
Migren hastalarıyla ilgili yapılan araştırmalarda öfke özelliklerde önemli yer almaktadır. Öfke sabit olmayan gelip geçici duygu olarak görülür ama bu duyguyu sıkla yaşayan kişilerin durumunu anlatan sürekli öfke kavramı ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte öfkeyi ifade etme biçimlere göre de farklılık göstermektedir. Yapılan diğer bir çalışmada, migren hastalarının öfke kontrolünün sağlıklı kişilerden daha düşük olduğunu bulmuş ve migren hastalarındaki yüksek öfkenin öfke kontrolünü engellediği düşünülmüştür ve bu çalışmada varılan diğer bir bulgu ise, öfke düzeyi ile baş ağrısı süresinin doğru orantılı olduğudur.
Bu çalışmada, migren tanı ölçütlerine uyan 85 hasta ile baş ağrısı şikayeti olmayan 85 sağlıklı gönüllü iki gruptan oluşmaktadır. Bu araştırmada mizaç ve karakter envanteri, Beck depresyon envanteri, Sürekli öfke ve öfke ifade tarzı ölçeği araçları kullanılmıştır. Mizaç ve karakter envanteri, doğru/yanlış şeklinde yanıtlanan 240 maddeden oluşan ve kendi bildirim bir ölçeğidir. Cloninger’in geliştirdiği kişilik kuramı 4 mizaç ve 3 karakter boyutunu ölçmektedir. Beck depresyon envanteri, duygusal bilişsel ve güdüsel belirtileri ölçüyor ve 21 maddeden oluşan bir ölçektir. Sürekli öfke ve öfke ifade tarzı ölçeği, öfke dengesini ve öfke tarzlarını ölçmek amacıyla kullanılan ve öfke duygusunu, ifade ve kontrol tarzlarını ölçen kendi bildirim ölçeğidir. Bu ölçek sürekli öfke, öfke dışta ve öfke kontrolden oluşan 4 alt ölçekli toplam 34 maddeden oluşmaktadır.
Bu çalışmanın diğer bir amacıda, farklılaşmanın ne yönde olduğa, kişilik öfke ve depresyonun birbirini nasıl etkilediğini ve birbirlerinden bağımsız olarak migren nasıl etkilediğinin belirlenmesiydi. Migren olan hastalarının baş ağrısı olmayan kişilerden mizaç ve karakter boyutları, öfke özellikleri ve Depresif belirtilerde farklı olduğu görünmektedir ve depresyon belirleyici olduğu görünmektedir. Ama depresyonun etkisi kontrol edildiğinde dahi migren hastaları ile sağlıklı kişilerin özellikleri farklılaştığı sonucu ortaya çıkmıştır. Bu çalışmanın diğer bir sonucunda, migren hastalarının depresyon puanları sağlıklı kişilerde anlamlı şekilde yüksek bulunmuştur. Öfke özelliklerine bakıldığında, migren hastalarının sürekli öfke puanlarının sağlıklı kişilerden yüksek bulunmuştur, bunun sonucunda migren hastalarının öfke duygusunu daha fazla yaşadığı anlaşılmaktadır. Mizaç ve karakter özelliklerine bakıldığında migren hastalarının sağlıklı kişilere göre daha yüksek zarardan kaçınma ve sebat etme ile düşük yenilik arama ve kendini yönetme puanları görülmektedir. Çalışmanın genel sonucu, migren hastalarının, baş ağrısı olmayan kişilere göre daha çok genetik temelli olan mizaç özelliklerinin olduğu görülmektedir ve migrenin genetik temelli bir hastalık olduğu kararına varılmıştır.

Referans:
D. B. Çelik, H. Arkar, F. İdiman, Migren Baş Ağrısı Hastalarının Öfke Tarzları ile Mizaç ve Karakter Özellikleri; Anger and Temperament and Character Characteristic in Patients with Migraine Headache, klinik psikiyatri 2010;13:23-35.

Makaleyi özetleyen: Büşra Ulu

Makale Özeti: İntihar ve Kişilik (Suicide and personality)

Bu araştırmada intihar girişiminde bulunmuş olguları sağlıklı kontrollerden ayıran kişilik özelliklerinin saptanması amaçlanmıştır. İntihar en önemli halk sağlığı sorunlarından biridir ve çok çeşitli nedenleri vardır. Psikiyatrik bozukluk olanlarda intihar riski psikiyatrik bozukluğu olmayanlara göre daha yüksek olduğu bilinmektedir.
Mizaç ve Karakter Envanteri kişiliğin yedi temel boyutunu ölçmeye yarayan bir kendini bildirim ölçeğidir. Mizaç, bireylerin doğasında bulunan, yaşamları boyunca değiştiremedikleri genetik ve yapısal davranışsal özelliklerdir. Karakter ise, eğitimin ve çevrenin de katkıda bulunduğu ve zamanla değişebilen bir kavramdır. Mizaç özellikleri, klinik örneklem ve genel popülasyonun ikisinde de intihar davranışı ile ilişkili bulunmuştur. Mizaç boyutunda zarardan kaçınma intihar girişiminde bulunmuş olgularda genellikle yüksek; karakter boyutunda kendini yönetme ve iş birliğine yatkınlık ise düşük bulunmuştur.
Bu araştırmada 3 ölçek kullanılmıştır. Bunlar; mizaç karakter ölçeği, Beck depresyon ölçeği ve Beck umutsuzluk ölçeğidir. Mizaç ve karakter ölçeği 240 maddede oluşan ve doğru/yanlış olarak yanıtlanan bir ölçektir. Bu ölçekte 4 mizaç boyutu; yenilik arayışı, zarardan kaçınma, ödül bağımlılığı ve sebat etmedir. 3 karakter boyutu; kendini yönetme, işbirliğine yatkınlık ve kendini aşmadan oluşmaktadır. Beck depresyon ölçeği ise depresyonda görülen semantik, duygusal, bilişsel ve motivasyonel belirtileri değerlendirmektir. 21 maddelik ölçekten oluşmaktadır ve en yüksek 63 puan elde edilmektedir. Beck umutsuzluk ölçeği ise geleceğe yönelik olumsuz beklentileri ölçmekte kullanılan ölçek 20 maddeden oluşmakta ve her madde 0-1 arasında puanlanır. Alınan en yüksek puan 20 olup puan yükseldikçe umutsuzluğun yüksek olduğu varsayılır.
Bulgular; hastaların %46,4’üne majör depresyon, %20,3’üne anksiyete bozukluğu, %2,9 ‘una psikotik bozukluk, % 1,4’üne madde kullanım bozukluğu tanılarının konduğu görülmüştür. Üç hastaya da antisosyal kişilik bozukluğu tanısı konmuştur.
Bu araştırmada intihar girişimi grubundaki olgularda fevrilik, zarardan kaçınma, beklenti endişesi, utangaçlık, kolay yorulma, ödül bağımlılığı, duygusallık, kendini aşma, kendilik kaybı, manevi kabullenme, kişiler ötesi özdeşim puanları kontrol grubuna göre daha yüksek bulunmuştur.
Bu makalede, Cloninger’in kişilik modeli, davranış görünümleri ile nörotransmitterler arasında da bağlantı olduğuna işaret etmektir ve buna bağlı olarak, yenilik arayışı ile dopamin, zarardan kaçınma ile serotonin, ödül bağımlılığı ile norepinefrin ve sebat etme ile glutamaterjik aktivite arasında ilişkili olduğu belirtilmektedir.
İntihar girişiminde bulunmuş hastaların is birliğine daha az yatkın olduğu bulunmuştur ve iş birliğine yatkınlığın alt maddesi olan empatinin bu grupta daha düşük bulunmasının sık yaşanan ilişki sorunları ile bağlantılı olabilmesi düşünülmüştür. Bu araştırmanın sonucunda intihar girişiminde bulunmuş olguların mizaç ve karakter özellikleri sağlıklı kontrol grubu ile karşılaştırıldığında bazı önemli farklılıklar göstermektedir. Bu kişilerde kişilik özelliklerinin belirlenmesi farklı tedavi yaklaşımlarının uygulanmasında yararlı olabilir.

Referans:
M. Yumru, H.A. Savaş, H. Herken, M.H. Kokaçya, intihar ve kişilik, Anatolian Journal of Psychiatyr 2008; 9.232-23

Makaleyi özetleyen: Büşra Ulu

Makale Özeti: Fibromiyalji Sendromu Olan Kadın Hastalarda Aleksitimi, Mizaç ve Karakter Özellikleri

Bu araştırmada, Karakter ve Mizaç özellikleri ile aleksitimi hastaların kliniğinde oynadığı rolü araştırıp, fibromiyalji’nin daha iyi anlaşılması amaçlanmıştır.
Fibromiyalji Sendromu (FMS), yaygın kas- eklem ağrısı, yorgunluk, bitkinlik ve uyku bozukluğunun yer aldığı kronik bir ağrı sendromudur. Cloninger’in geliştirdiği psikobiyolojik kişilik kuramı nörodavranışsal öğrenme ve nöroformakolojik çalışmalarından elde edilen bilgilerden kurulmuştur. Cloninger’in kişilik modeli dört mizaç ve üç karakter boyutundan oluşmaktadır. Bu dört mizaç boyutu; yenilik arayışı, zarardan kaçınma, ödül bağımlılığı ve sebat etmeden oluşmaktadır. Üç karakter boyutu ise; kendini yönetme, iş birliği yapma ve kendini aşmadan oluşmaktadır. Aleksitimik kişilik yapısı; duyguları tanımada, ayırt etmede, tanımlamada yetersiz olarak tanımlanır ve aleksitimik kişilik yapısında duygusal davranışların yanlış olarak fiziksel hastalık şeklinde algılanmak ve yorumlanması çok sık görülür. Bu çalışmada FSM olan kadın hastalarda Cloninger’in psikobiyolojik kuramı çerçevesinde mizaç ve karakter özellikleri ve aleksitimin belirlenmesini ve depresyonla ilişkilerini araştırmak hedeflenmiştir.
Bu makalede, FMS tanısı olan kadın hastalarda uygulanmıştır ve psikotik bozukluk, devam eden intihar düşüncesi, ilerlemiş nörolojik bozukluğu ve son bir ay içinde psikotrop ilaç kullanma hikâyesi olmayan hastalarla çalışılmıştır. Fibromiyalji Sendromu (FMS) tanısı olan 36 kadın hasta ve 34 sağlıklı kontrol grubundan oluşmaktadır. Bu araştırmayı yaparken, Toronto Aleksitimi Ölçeği (TAÖ), Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ) , Mizaç ve Karakter envanteri (TCI) ve Fibromiyalji Etkilenme Anketi (FEA) kullanılmıştır. Bu araçlar araştırmaya katılan tüm katılımcılara uygulanmıştır. Toronto Aleksitimi Ölçeği (TAÖ), 26 sorudan oluşan ve evet/hayır şeklinde cevaplana kendini değerlendirme ölçeğidir. Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ) , 21 maddeden oluşan ve depresyonda görülen, duygusal, bilişsel ve motivasyon belirtilerini ölçen kendini değerlendirme ölçeğidir. Mizaç ve Karakter envanteri (TCI), 240 maddeden oluşan doğru/yanlış şeklinde oluşan kendinden bildirim ölçeğidir ve yedi mizaç ve karakter boyutunu temsil eden 24 alt boyuttan oluşmaktadır.
Bulgular; TCI alt boyutları her iki grup karşılaştırıldığında, FSM grubunun ZK ve SE alt boyutunda aldığı puan yüksek ve kontrol grubu ile karşılaştığında iki grup arasındaki fark anlamlı bulunmuştur. Her iki grubun YA, ÖB, İY, KA alt ölçeklerinden alınan puan ortalamaları arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulundu. FSM hastalarının ZK puanları ile BDÖ puanları arasında anlamlı yüksek düzeyde ilişki bulundu. Bireylerin ZK puanları yükseldikçe depresyon puanları da yükselmiştir. Bunlarla ilişkili ZK puanları ile TAÖ puanları arasında anlamlı ilişki bulunamamıştır. KY karakter boyutu alt ölçeği ile BDÖ, TAÖ puanları arasında anlamlı ilişki saptanmıştır. Kontrol grubunda; FEA ile KY puanları arasında anlamlı ters yönde ilişki bulundu ve BDÖ ile TAÖ, ZK ve ÖB puanları arasında, TAÖ ile BDÖ, ZK, KY, İB, SB puanları arasında ilişki bulundu.
Önceleri psikosomatik hastaların kişilik özelliği olarak düşünülen Aleksitimi, kişinin oluşan sıkıntıyı bedensel belirtiyi geliştirerek cevap verme şekli olarak yorumlanmaktaydı. Aleksitiminin FMS gibi kronik ağrılı hastalarda yaygın olduğu görülmüştür. Bu yapılan araştırmada, FSM grubunun sağlıklı kontrol grubunun daha aleksitimik olduğu görülmüştür. Yapılan birçok araştırmada da aleksitimi ve depresyon arasındaki ilişkisinde, aleksitimi varlığının depresyon depresif belirti örüntüsünü ve şiddetini etkilediği yönündedir.
Genel olarak; FM’li hastalarda aleksitimik kişilik yapısının sık görülmesi göz önünde bulundurarak, FSM tedavisinde bireylerin duygularını açığa çıkarılabilecek, kelime hazinelerini güçlendirecek, kendi kendilerini yönetebilecek ve kendi kendilerini aşabilecek başa çıkma stratejileri geliştirmenin gerekli olduğu düşünülmüştür.

Makaleyi özetleyen: Büşra Ulu

Makale Özeti: Jung and the Recall of the Gods

Jung’un dinsel açıdan teorik anlayışı, dini olayları analitik süreç olarak değerlendirmesidir. Bu, psişenin kökenindeki Tanrı’yı hatırlatır ve aralarında araçsız bir iletişimi sağlar. Analitik süreç burada birçok sebeple önemlidir. İlahinin içselleşmesi, dışsal Tanrılar tarafından bağlanmış dini toplumlar arasındaki düşmanlığı azaltır. Jung’un bütün mitosları, ilahinin sadece insanlarda bilinç olabileceğini iddia eder. Tarihte Tanrı’nın eğitimi ve kurtarması devam eden bir projedir. Hala hüküm süren şefkat içeren alana sahip mitosların yerine daha geniş mitoslar şekil almıştır. Analitik süreç bu kuşatılmışlığa rağmen, ilk örnekte bireyleşme için şimdi sosyal mitosları ortaya çıkarıyor.
Jung psikolojisinin teori ve terapi arasındaki samimiyeti din adamları arasında sorunlara sebep oldu. Jung’un terapatik tecrübelerinde esrarengizlik vardır. Esrarengiz olay gerçekleştiği zaman bu hem gerçek terapiye hem de dine dayanır. Böylelikle klasik Jung teorisi dinsel bir olaya dönüşür.
Bir kişinin kişisel ilhamını keşfetmesi, bireyin kişisel mitosunu ve doğumdan sonra hangi mitosun olduğunu ayırt etmesini sağlar. Bu durum etik, din, milliyet ve sosyal statü gibi kolektif mitolojiye bağlıdır.
Bireyler kişisel mitosları içinde gelişir ve bazı gelişimler sosyal doğal kaynaklar için çok önemlidir, çünkü birey kişisel mitosuyla önemli bakış açıları kazanır. Analitik süreç sadece bireysel samimiyetle değil ayrıca bireysel mitoloji ile de gözden geçirilir.
Jung Psikolojisi bilinçdışının en derin doğasının saygısını Tanrıça’ya ve büyükanneye sunmaktan şeref duyar. Başlangıçta Tanrıça, özbenlik bilincinin oluşması için çocuklarının bilinçdışını yarattı. Yeniden doğan çocuklar şimdi şiddetin, Tanrıça’nın çatışılan yaşamının, kendisiyle çatışan acı dolu bilincin farkına varırlar. Bu süreç Tanrıça ve insanlık içinde kurtarıcıdır. Tanrıça’nın kişiselleştirmesi ve kurtarması, bireyselleştirme ve kolektif yaşamdır. Emir kaçınılmazdır çünkü her bireyin benliğinde hissedilir ve asla tamamlanamaz çünkü bilinçdışının doluluğu tarihsel somutlaştırmaya üstün gelecektir.
Jung Psikolojisinin dini formüle etmesinden sonra oluşan soru: Batıdaki gibi dinsel aklı mı kabul etmeliyiz yoksa benliği oluşturma sürecinde Jung’un mitoslarını mı kabul etmeliyiz? Batı din bilimcilerinin spiritüalizmin(ruhanilik) yansıtmasını Jung “evrensel dini kâbuslar” olarak adlandırır. Eğer ruh, patolojisini iyileştirirse; gözü dönmüş ve umutsuz durumda budanmış ruh, sapkın düşüncelerden kurtarılır. Dinsel alanın yanında Jung’un mitosu ilahi ile dolu insan ve türlerin hüküm süren din veya sosyal kolektifler tarafında inkâr edilir ya da nitelendirilir. Jung’un mitosu hayati bir kariyerdir, çünkü mitoslar ilahi ile araçsız deneyimlerdir ve ilahi-insan arasında ortak ihtyaçdır.

Referans:
Dourley. J, (2006) Jung and the Recall of the Gods. Journal of Jungian Theory and Practices 8, 1

Makaleyi özetleyen: Seçkin Ceylan

Özet: Carl Rogers

Carl Rogers aniden 4 Şubat 1987 de vefat etti.8 Ocak 1902 de Chicago'da dünyaya geldi.1963 de taşındığı La jolla da ''insan üzerine''çalışmasında aktifti. Rogers danışanlarını içtenlikle dinleyen biriydi. Alır danışanını karşısına gözlerinin içine baka baka sakince onu dinlerdi. Her türlü insanla karşılaşırdı. Kolay kolay sinirlenmezdi ama sinirlense bile bunu uygun bir şekilde ifade ederdi. Her türlü insanla ilgilenirdi. Parası, eğitim durumu, rengi, dini ayırmazdı.
1945 yılında her türlü insan geldi ona. Siyah-beyaz, çift cinsiyetli ve buna benzer. Biliyorlardı ki Rogers onlara yeni bir dünya'nın kapılarını açacak. Rogers insanları yönlendirmezdi. Onların fikirlerini değiştirmelerini sağlardı ve problemleri kendilerinin halletmesini isterdi. Bu sayede deneyim elde etsinler. Bir şey aklına takılmıştı. Neden öğretmenler, hasta bakıcılar, anneler terapist olmuyor? Bu bir savaştı ona göre ama kazanamadı.''Hasta odaklı terapi''adlı bir teori yazdı. Onun ardından ''insan olmak''.Hep aklında'' en iyi etkiyi nasıl elde edebilirim'' düşüncesi vardı.
Rogers her zaman ''ben bu terapiyi bulmak istemedim ben insanlara yardım edebileceğim bir yol bulmak istedim'' demiştir.

Özetleyen: Gülsemin Şahin

Özet: CARL ROGERS

Carl Rogers'a göre benlik kavramı önemlidir. Benlik kişinin kendi hakkındaki algılamalarını içerir. Mesela; " Ben kimim?" gibi soruların cevabını verebiliyorsa kişi kendinin farkındadır. Benlik kavramı kişinin ne olması gerektiği ve ne olmak istediği konusundaki görüşlerini de içerir."İdeal benlik" kişinin ne olmak istediği
konusundaki görüşlerini içerir. Eğer buna ulaşırsa kişi kendini değerli hisseder.
Rogers kişilik gelişimine fazla önem vermemiştir. Bunun yerine bebeklik ve çocukluk dönemlerinde kişinin başkaları tarafından değerlendirilmesinin onun
olumlu ya da olumsuz bir benlik geliştirmesine etki yapıp yapmayacağıyla ilgilenir. Rogers insanın nasıl değişikliğe uğradığını anlamak istemiştir. Yeni doğan bebek
kendisinin farkında değildir. Dolayısıyla ilk zamanlar benlik kavramı yoktur. Zamanla çevresiyle olan etkileşimden sonra oluşmaya başlar. Yaşantısındaki algıları algılamada en yakınlarının görüşleri önemlidir. Zamanla yakınlarının değer verdiği davranışları yapmaya, değer vermediği davranışları yapmamaya başlar. Ve bu davranışlar zaman içinde onun değer sistemini oluşturur.
Rogers, Freud’un kişiliği etkileyen etmenlerin geçmiş yaşantılar olduğu fikrine katılmaz. O şimdiki zamana odaklanır. Yani geçmiş yaşantıları nasıl yorumladığına
bakar. Ona göre geçmişi incelemek gereksizdir. Ayrıca kişinin geleceğe dönük görüşlerinin oluşmakta olan davranışları etkilediğini savunur.
Rogers'a göre insan kendi benlik kavramına uygun davranışları sergiler. Benlik kavramı ile değerlerinde tutarlılık oluşturmaya çalışır. Rogers'a göre benlik sürekli değişir.

Özetleyen: Gülsemin Şahin

Özet: Carl Rogers

Carl Rogers, Amerika Birleşik Devletleri’nde, 8 Ocak 1902 yılında doğmuştur.6 çocuğun 4.südür. Ailesinin katı dini kuralları vardı. Çocukluğu yanlız geçti ama bu sayede bilimle iç içe olabildi. Gün geçtikçe yeni şeyler öğrendi. Üniversite eğitimini Wisconsin Üniversitesinde ziraat üzerine okumakla yaptı. İleri bir zamanda Teolojik sendika seminerine katılmaya başlar. 1945 yılında Chicago Üniversitesi’nde görev almış ve bir psikolojik danışma merkezi kurdu.
Rogers teorisinde özünde herkesin iyi olduğunu savunur. Ona göre insanlar zamanla çevrenin etkisiyle değişir. Doğumdan itibaren insanlar iyiye yönelik değişmeye başlar. Bu onun doğasında vardır. Rogers zorla hiç bir şeyin olamayacağını, insanların kendi seçimlerine göre yaşamaları gerektiğine inanır. Bu sayede kendini geliştirebilir. Seçimlerinden dersler çıkartır. Rogers organizmanın bizim için iyi olanı bildiğini savunur. Yani iyi olan şey aslında bizim içimizde ve doğamızda vardır. Rogers benlik bilincine önem vermiştir. Benlik bilinci insanın kendisini kavramasıdır. İnsanların istediklerini elde etme konusunda bir potansiyeli olduğunu düşünür. Eğer kendi seçimlerimizi yapamazsak ailemizin ya da çevremizin sırf onlar üzülmesin diye yaparsak kendimizi kötü hissederiz. Kendimize saygımız azalır ve saygımız azalırsa istediğimizi elde etme potansiyeli düşeceğinden umutsuzluğa düşeriz. Olmak istediğimiz benlik ile olunması istenilen benlik arasında kalırsak kaygı yaşadığımızı söyler Rogers. Bunun adına da aykırılık(incongruity)der. İyi bir benlik gelişimi için sevgiye, saygıya ihtiyaç vardır. Sevgi olmadan insanlar yaşayamaz. Sevgi, saygı görüyorsak kendimize öz saygımız da artar, kendimize güveniriz ve istediğimiz şeyleri elde etmedeki engelleri ortadan kaldırırız.
Benlik bilinci her zaman doğru olmayabilir ama en azından bundan bir ders alırız, birşeyler öğreniriz. Rogers insanların özgürce davranmalarını istemiştir. İyi bir benlik geliştirmiş olan kişi; Şimdiki anda yaşar geçmişe takılmaz. Bu demek değil ki geçmişi siler. Sadece şimdi'nin tadını çıkartır.2)Kendi seçimlerini kendi yapar. Özgür olabilir ve yeni fikirlere, olaylara açıktır.
Rogers terapi'nin iyi bir sonuç elde edebilmesi için bazı niteliklere vurgu yapmıştır: Terapist’in; danışanına empati kurması gerektiğine inanır. Bu sayede onu daha iyi anlar ve yardımcı olur. Danışanına karşı empati kurarken bu sayede kendi iç dünyasına da yönelir ve kendisini de anlamaya başlar. Son olarak da danışanına koşulsuz sevgi beslemesi gerektiğine inanır. Onu sevmezse, saygı duymazssa olaya objektif bakamaz ve yardımcı olamaz.
Rogers ona gelenleri hasta olarak görmez. Ona gelen kişi duygularına ket vurulmuştur ve bunları ortaya çıkarmak istiyordur. Rogers ona yardımcı olmaya çalışırken danışanını yönlendirmez tam tersi ona sadece düsüncesini değiştirmesinde yardımcı olur ve problemi kendisinin çözmesini ister. Çözüm üretmez.''ben mutlu ol dediğimde mutlu olamaz içinden gelmesi lazım'' diye düşünür. Terapi böyle iyi bir çerçeve de ilerlerse ortaya güzelsonuç çıkar ve danışanın hem ket vurulduğu duyguları ortaya çıkar hemde kendisine olan öz saygısı artar.

Özetleyen: Gülsemin Şahin

Makale Özeti: Carl Rogers and Humanistic Psychology

Hümanistler bilimsellerden daha filozofikler. Hümanistik psikoloji bireyin gücünü ve davranışını isteğine yönelik nasıl kullandığı üzerine odaklanıyor. Humanistik terapiler Carl Rogers tarafından oluşturuldu. Rogers terapinin bireyin geçmişteki problemlerinden ziyade gelecekteki problemine odaklanılmasını gerektiğine inanıyor. Carl Rogers insanların özünde iyi olduklarına ve problemlerini kendilerinin çözebileceğine inanıyor. Ayrıca bireyde farkındalığa inanıyor. Eğer terapi verimli geçerse bireyin kendi farkındalığının farkına varabileceğine inanıyor. Empatik yaklaşımın bireyin kendisinin farkına varmasında çok etkili olduğunu düşünüyor. Rogers bireye kendisinin gerçekleri en iyi yorumlayabileceğini anlatmaya çalışıyor.
Bireyin motivasyonunda büyüme, özerklik gelişimi, yeni deneyimler aramanın Rogerian terapiyi anlamamıza yardımcı oluyor. Diğer hümanistler gibi Rogers da bireyin geçmişten ziyade geleceğe bakışında teolojik yöne odaklanıyor. Rogers’in kuramını benimseyenler bireyi geleceğe dair kararlar aldırmıyorlar. Terapötik koşullarda gerçekleştirme eğilimini serbest bırakan empati, özgünlük ve koşulsuz ödüllendirme. Birey odaklı terapi filozofik ön varsayıma açık. İnsanları bütünsel olarak görme, derin saygı insanların pozitif olduğunu anlamaktır.
Birey merkezli terapi kaderimizde nihai kişi olduğumuzu savunuyor. Yani bütün otorite biziz. Birey merkezli terapi de deneyimsel, kişisel iddialar benliğin gelişiminde etkili. Benlik sadece ontolojik değil aynı zamanda epistemolojik de.
Benlik bilgisini anlamanın başka yolları da var. Rogers bireyin deneyimlerine karşı çok iyimser bir düşünceye sahip. Birey merkezli terapi de; bireyin deneyimlerinden, seçimlerinden, herşeyinden kendisinin sorumlu olduğuna dair bir düşünce var. Kişisel bütünlük öncelik var sayar. Kişisel büyüme potansiyelinde Kendi sınırlarını çizmek kendimizin olumlu düşünmemizi sağlar. Rogerian kuramında kişisel seçim ve değişime yönelik kapasite savunuluyor. Bireyler karar verme yetisine sahip sonuçta.
Rogers içgüdüye manevi seçim yapmanın görevlerini veriyor. Rogerian terapi de köklü içgüdüleri izleyen genellikle bir gerçek seçenek olur.
Rogerian terapiye gelen eleştiriler de oluyor;''Birey merkezli terapi çok basit, yansımaya yönelik cok sınırlı teknikler var, bu yaklaşım etkili değil, İnsanlarda gerçekleştirme eğilimi kesin olarak var mı bilinmiyor'' gibi.

Makaleyi özetleyen: Gülsemin Şahin

Özet: CARL ROGERS : Hümanistik Psikoloji

Hümanistik psikolojiyi bulan Carl Rogers; insanların özünde iyi olduklarını, potansiyellerini yüksek tutabileceklerini ve sergileyeceği davranışları kendi seçebileceklerini düşünür. Eğer karşımızdakini anlamak istiyorsak dünyayı onun gözüyle görmemiz gerektiğini, empati kurmamız gerektiğini düşünür.
Şu soruyu çok düşünür: Neden bazılarımız çok zengin ve mutlu,neden bazılarımız çok mutsuz?
Onun görüşüne göre; istediğimiz şeyler aslında bize iyi gelmiyor.

Carl Rogers Main İdeas

Herşey kendi potansiyelini sürdürür. (The actvalising tedency)
Organismic valving : İyi yada kötü düşüncesinin herkezde olması. Hayvanların kötü şeylerden kaçması gibi. İnsanlarda onlara zarar verecek şeylerden kaçma eğilimindeler.

Unconditional positive regard: Gelişim için sevgiye ve saygıya ihtiyacımız var.Positive self regard için unconditional positive regord’a ihtiyacımız var.

Positive self-regard: Kendine saygı.Eğer bu olmazsa bizde istediğimiz şeyleri elde edemeyiz.

Conditions of worth: Örnek verecek olursak: sınavımdan kaldım,işe yaramazım.

Incongruity: Şuanda ne olduğunla ne olmak istediğin arasındaki boşluk. Aradaki fark ne kadar büyürse bir o kadar mutsuz oluruz.
“Actualising” eğilimimize toplum müdahale edebiliyor. Çevrenin bizim için dedikleri zaman aslında bizim için iyi olmayabiliyor.Rogers psikolojik olarak iyi olanlar içim “mutlu” kelimesini kullanmıyor.”Tümüyle işleyen insan” olarak adlandırıyor.Bu insanlar; deneyimlere açıklar,burada ve şimdiye odaklanırlar, kendileri için ne iyiyse onu yaparlar ve yaratıcıdırlar.
Rogers insanları mutlu edebileceğimizi düşünür. Bu demek değilki insanlar değişmez. Mutlu olmak ya da değişmek insanın kendi içinden gelmesi lazım. Biz sadece onlara kendi seçimlerini yapmak ve düşüncelerini değiştirmeye çalışırız.Tıpkı bir çocuğu bisiklete bindirmek gibi.
Rogers’a göre terapötik ilişki ne kadar iyi olursa terapi içinde sonuç o kadar iyi olur.
• Congruence : Dürüstlük ve içtenlik önemli.
• Empati : Doktor kendini danışanının yerine koyması lazım. Bu şekilde onu anlar.
• Saygı : Terapist danışanına saygı gösterip onu anlamaya çalışması lazım.


Özetleyen: Gülsemin Şahin

Özet: Carl Rogers (1902-1987)

Rogers Maslow gibi psikoanaliz ve davranışçılığı deterministic doğasını reddediyor.
Rogers insanların kendini gerçekleştirmede kendi kendine iyileşmeye inanıyor ve burada şimdiye odaklanıyor.
Rogers’a göre self-consept deneyimlerimizin merkezidir ve dünyayı algılayışımızı etkiler. Self-consept de illa gerçeklik kavramı olmak zorunda değil.Örneğin: biri dışardaki olaylarla ve insanlarla ilgilidir ama kendini sıkıcı bulabilir.
Rogers’a göre insanların öz eleştirisine ve ideal benliğimize göre hareket etmek isteriz. Öz eleştiriyle ideal benliğimiz ne kadar yakınsa, bir o kadar kendimize karşı hissettiğimiz değer artar. Bir insanın self-conseptiyle gerçek hisleri uyumsuzsa kendini savunmak ister.
Rogers’a göre öz organizmik ,insanda kabul ettiği ya da etmediği bütün hisler ve deneyimlerdir. Öz organizmik ile self-consept arasında ne kadar fark varsa, bir o kadar uyumsuzluk ve karışıklık olur.
Fakat ideal benlikle özel eleştiri ne kadar yakında insan bir o kadar mutlu olur. Rogers’a göre “unconditional positive regard” insanlar bize saygı gösterirse sevgi için bir koşul koymazlar. Ona göre “corditional positive regard” insanları mutlu etmek,sevgi görmek için onların istediği gibi davranmamızı düşünüyor.
Rogers’a göre kişi aradaki ilişkiyi kendi belirler ve kontrol ederse bu “kişi merkezli” olur.Terapötik ilişkide;unconditional positive regard,empati ve özgünlük önemlidir.

Özetleyen: Gülsemin Şahin

Makale Özeti: Using Compassion Focused Cognitive Therapy to Promote Self-soothing in Shame Based Difficulties

Merhamet odaklı terapi yüksek özeleştiri ve aşırı utangaç insanlar ile çalışmak için bir tedavi yaklaşımıdır. Gilbert, insanların kendi kendini sakinleştirme yeteneği ekseninde duygu düzenleme sistemine odaklanarak çalışmıştır. Merhamet Odaklı Terapi kişinin düşünceleri ve davranışları yerine (sadece) mantığın anlaşılması ve yaralılığına odaklanır. Onları değiştirirken güven duygusu ve desteklemeye önem verir. Merhamet odaklı terapi, davranıştan ziyade terapi mantığının kavranmasını ele alıyor. Utanç ve öz eleştiri tanı koymada ve klinikte görülen durumda, bu çalışma klinik çalışmalarda geniş bir hizmet yelpazesine yarar sağlamaktadır.

Utanç ve ileri seviyede kişisel eleştiri depresyon, sosyal kaygı, yeme bozuklukları, travma sonrası stres bozuklukları ve kişilik problemleri gibi çeşitli problemlere neden olduğu düşünülmektedir. Utanç ve özeleştiri vurgulandığında ve bu bozukluklar sürdürüldüğünde bunlarla çalışmak zorlaşır. Bu tür zorlukları nedenlerinden biri de, insanların deneyimleri, kendini sakinleştirmemeleri ve yeteneklerini geliştirememiş olmalarıdır. Merhamet zekâ eğitimi (CMT) özellikle kronik sorunları olan kişilerde utanç ve özeleştiri için geliştirilmiştir. Merhamet akıl eğitimi çocukluğunda kötü şeyler yaşamış bazı insanların kendilerini sakinleştirememe veya kendi ruhsal içtenliğini hissedememesinden tanımlanarak geliştirilmiştir.

Terapi danışanlarına kişisel eleştirinin ve utanmanın birçok bakış açısı ve işlevini fark etmede yardımcı olmaktadır. Terapi ilk olarak, içsel utanma ile dış etkenler tarafından kaynaklanan utanma ve küçük düşürülme arasındaki farkı açıklamaktadır. Terapi danışanların bu sorunlara karşı çözüm bulma yolunda ki korku ve koruma stratejilerinde yaşadıkları zorlukları formüle etmektedir. Terapi ikinci olarak, terapötik ilişkide temel merhamet bileşenlerine, insanlara merhamet yeteneklerini keşfetmeye ve nasıl merhametli olunacağına öğretmeye odaklanmıştır.

Terapi insanda psiko-evrimsel modelin tehdit ve kendini sakinleştirmenin anlatılmasına odaklanmıştır. Terapi tehdide yanıt olarak verilen utanç ve öz eleştirinin doğasını anlamak üzerinde durmuştur. Merhamet odaklı terapi yaklaşımı utanç ve kişisel eleştiri ile çalışırken bazı tedavi kuralları ve yaklaşımları uygular.


Merhamet odaklı terapinin klinik uygulamadaki öneminin artması nedeni insanların son derece kendini eleştiren, derin utanç duyguları ve kendilerini sakinleştirme ile mücadele eden insanların acı çekmesi olmuştur. Son zamanlarda araştırmacılar bilişsel terapide travma geçirmiş kişilerde utanç ve merhamet geliştirmek üzerine çalışma yapmaktadırlar.

Referans:
Lee. D., “Using Compassion Focused Cognitive Therapy to Promote Self-soothing in Shame Based Difficulties” Head of Berkshire Traumatic Stress Services, and Honorary Senior Lecturer at University College London
&
Gilbert P.,“An Introduction To The Therapy & Practice Of Compassionate Mind Training For Shame Based Difficulties”

Makaleyi özetleyen: Fatma Avcı

Makale Özeti: Compassion Focused Therapy and Compassionate Mind Training

Merhamet odaklı terapi (CFT), evrimsel modelin sosyal zihniyet terapisi tarafından elde edilmiştir. Günümüzde yeni bir kavram olarak yer alsa da, bundan 2500 yıl öncelerde Budist öğretileri şefkatin ve merhametin insan için önemini açıklamıştır. Budist öğretilerinde “Siz Budistler merhametlisiniz çünkü öbür insanlar hiçbir şeyin doğasından haberdar değiller. Kendi kendilerine sevecen değiller, belki de Tanrı'nın yüzünden; ama bunun asıl nedeni, boşluğu tanımamalarından, olayların ve 'öz-benliklerinin' süreksizliğinden dolayı acı çekiyor olmaları” diye kendilik ve şefkat üzerine önemle durmuşlardır.

Merhamet Odaklı Terapi danışanlarına kendini sakinleştirme, kendini destekleme, fiziki ve duygusal gelişim üzerine odaklanma yollarını öğretmektedir. CFT olması gereken durumu, çeşitli terapötik ilişkilerin oluşturulması ve çeşitli stratejilere aracılık yapan bütün terapi yaklaşımlarını uyguluyor. Bu terapi yeni bir okul ve daha çok bilgelik için yararlanılan Doğu ile Batı yaklaşımlarında insanların değişimine yardımcı olmak için kullanılıyor. Bu terapiye bir değeri de sosyal davranış ile ilgilenen Budist ve Batı psikolojisi arasındaki bağlantıyı araştıran sosyal bilimciler vermektedir.

Merhametli zihin eğitimi danışanlarına merhametli olmayı, kendileri ve başkaları için çeşitli merhamet yaklaşımları geliştirmekte yardımcı olabilecek özel yollar ve teknikler öğretir. Terapi süreci ve adımları: terapist danışanları ile terapötik bir ilişki inşa edecek ve hikâyelerini paylaşacaktır. Terapistler daha sonra danışanları ile uyguladıkları bu yollu denemenin onları nasıl hissettirdiği hakkında tartışma yapabilirler.

Terapide danışan 3 aşamalı olarak; paylaşmak, bunlar senin suçun değil durumuna odaklanması ve kendine merhamet etmeyi, şefkat göstermeyi geliştirme süreçlerinden geçer.

Terapi ilk aşamada paylaşmada; danışanların korku geçerliliği, acı deneyimleri, tehdit hassasiyetleri, güvenlik davranışları /stratejileri ve temel inançları mantıklılaştırılır. Eleştiri ya da iç zorbalığı güvenlik stratejileri (yani fonksiyonları) olarak tanımlar. Danışana üç daire modeli; tehdit ve kendini koruma sistemi, teşvik ve kaynak arama sistemi, rahatlatıcı ve memnun edici sistem öğretilir. Aynı zamanda danışana düşüncenin, hafızanın ve hayallerin beyni nasıl etkilediği açıklanır.

Terapist ikinci aşamada danışanın bunlar senin suçun değil durumuna odaklanarak çalışıyor; danışanda olan kendini koruma ve dayanak sistemleri yavaş yavaş geliştirerek yapılandırılması ele alınmaktadır. Terapist danışanına bir başarısızlık sonrasında kınanma, utanç ve suçlanmadan dolayı insanların öfkeli ya da itaatkâr tutumlar gösterebileceğini açıklar.

Terapi son aşamada kendine merhamet gelişimini ele alır. Terapist danışanı terapötik bir ilişki sürecinden geçirir ve dikkatli bir şekilde katılıma, davranışa, düşünceye ve duygulara tekrar tekrar odaklanır. Terapist danışanlarından kendi ya da başkaları için mektup yazmalarını ve hayal kurmalarını ister. Bu yöntemi bir rahatlama ve sakinleşme yöntemi olarak kullanır. Terapist danışanları kendi kimliğine merhamet etmeye yönlendirilir. Danışan kendinde, hedeflerinde ve geleceğinde merhamete ve şefkate odaklanarak hayalinde canlandırma(örn; merhametli birinin kendi ile konuştuğunu hayal etmesi), uygulama ve tekrarlama ile bu terapiyi tamamlar.

Referans:
Gilbert P. (2007) “Compassion Focused Therapy and Compassionate Mind Training”.

Makaleyi özetleyen: Fatma Avcı

30 Aralık 2010 Perşembe

Makale Özeti: WUNDT IN HEIDELBERG

Kendini başkalarından soyutlayıp, yalnızlık duygusuyla ilk yıllarını geçirmiş olan Wilhelm Maximilian Wundt, Almanya’da doğmuştur. Wilhelm Wundt’un ailesinde akademik olarak güçlü bir gelenek hâkim sürmekteydi. Hatta Wundt’un ailesi kadar zihinsel olarak aktif ve üretici bireylerin Almanya’da hiçbir ailede olmadığı dile getirilmekteydi. Ancak, Wundt sınıf başarısı ve okul ilişkilerinde iyi değildi. Buna rağmen yine de zihinsel ilgi ve kabiliyetlerini geliştirip üniversiteye hazır duruma gelmiştir. Kendini ‘yeniden doğmuş’ olarak görmüştür ve azmedip bilim üzerine çalışmak amacıyla Tübingen Üniversitesi’nde tıp okuyarak yıllarını geçirmiştir. Wundt, sonraki üç buçuk yılını anatomi, fizyoloji, ilaç ve kimya okuduğu Heidelberg’te geçirmiştir ve burada kimya alanında ünlü olan Robert Bunsen'den çok etkilenmiştir. Sonrasında tıbbın kendine göre bir alan olmadığını düşünerek fizyolojiye yönelmiştir. Ünlü fizyolog Johannes Müller ile Berlin’de bir süre çalışmış ve daha sonra tekrardan Heidelberg’e dönmüştür. Burada fizyoloji alanında bir yıl süren doçentlik yapmış Helmholtz’un asistanlığını yapmış, yardımcı profesör olup 1874 yılına kadar Heidelberg’te kalmıştır. Wilhelm Wundt’un deneysel psikolojiyi kurma fikri fizyoloji araştırmaları yaptığı sırada ortaya çıkmıştır. Buna dair ilk düşünceleri ‘Duyusal Algılama Teorisine Katkılar’ başlıklı kitabında yer almaktadır.
Wundt, Helmholt’tan ayrıldıktan sonra politik olarak aktif olmaya başlamıştır ve Heidelberg’te işçilerin eğitimsel derneğinin başkanı seçilmiş, popüler olan bilimsel konularda seminerler vermiştir. Bu zamanlarda idealist sosyalist olarak görülmüş, işçilerin özgürlüğü için elinden geleni yapacağına dair söz vermiştir.
Wundt 1867 yılında, Heidelberg'te fizyolojik psikoloji dersi vermeye başlamıştır. Fizyolojik Psikolojinin İlkeleri yayınlayarak psikolojinin kendine özgü problemleri ve deneyleme metotlarıyla, bir laboratuar bilimi olarak resmen kurulmasını sağlamıştır. Wundt, yaklaşık olarak 40 yıl boyunca olağanüstü bir çalışma sergilemiş, sonrasında kendi laboratuarını kurmuş, bir bilim olarak deneysel psikolojiyi ve laboratuarının haberlerini yayınladığı makale ve kitaplarından duyurmuştur (19. yüzyılın ortalarında "fizyolojik" kelimesi Almancada ‘deneysel’ kelimesinin eşanlamlısı olarak kullanılıyordu; Wundt bugün bildiğimiz fizyolojik psikolojiyi değil, deneysel psikolojiyi yazıp öğretmiştir)

Referans:
Bringmann, G.W. (1975) Wundt in Heidelberg 1845-1874. Canadian Psychological Review,
16, 124-129

Makaleyi özetleyen: Aynur Hikmetumut

Makale Özeti: SOME NEGLECTED CONTRIBUTIONS OF WILHELM WUNDT TO THE PSYCHOLOGY OF MEMORY

Deneysel psikolojinin kurulmasında Wilhelm Wundt’un esaslı rolünden şüphe edilemez. Wundt’un araştırdığı alanlar; duyum-algı, dikkat, tepki-çağrışım gibi yazıla gelen temel bölümler olmuştur. Ancak, modern bilişsel psikoloji tekstlerinde Wundt’un ilgi duyduğu konu olan ‘hafıza’yla ilgili bilgi bulunmaktadır. Bazı tarihçilere göre, Wundt, ‘hafıza’ nın psikolojide bir kategoriyi temsil edebileceğine inanmamaktadır ve Wundt’un sadece bilinç süreçlerinde kişisel farklılıkların analizi için hafızayı hesaba kattığını düşünmüşlerdir. Wundt, gerçekte hafıza kavramını psikolojinin dışında tutmamıştır. Sadece, psikolojik bir kategori olarak kavramlaştırmayı kabul etmemiştir. Wundt’un hafıza üzerinde yaptığı deneysel çalışmaları, ‘hafıza’ başlığı altında toplanmamış, bu çalışmalar daha çok dikkat, bilinç, düşünce kavramlarını tanımlamak adına yapılmıştır. Wundt ve öğrencileri tarafından Leipzig’te hafıza deneyleri yapıldığı aynı sene Ebbinghaus da hafızayla ilgili çalışmalar yürütmüştür. Buna rağmen Wundt’un hafıza çalışmaları Ebbinghaus kadar etkili olmamış, ihmal edilmiştir.
Wundt, bilinci incelemiş ve psikolojiyi bir bilim olarak tanımlamıştır. Wundt’a göre bilinç elemanlarının içeriği veya yapısının tek başına araştırılması, psikolojik sürecin anlaşılması bakımından başlangıç noktayı oluşturur. Wundt, bilincin doğasını yapay yaklaşımlar aracılığıyla açıklamaya çalışmıştır, basit duyum ve duyguların daha karışık fikirleri birleştirdiğini düşünür.
Wundt’a göre, bir obje tanımlandığında, bu objeyle daha önceden karşılaşılmıştır, hem geçmişte hem de şimdide benzer elementlere dayanan görünüşleri olduğu zaman ‘tanıma’ (recognition) olur. Bu tanıma hem ‘anlık’ (immediate) hem de ‘dolaylı’ (mediate) olabilir. Wundt’a göre psikologların üzerinde çalışması gereken konular dolaylı yaşantılar değil anlık yaşantılar olmalıdır.
Wundt’un hafıza tanımı, bilinçte düşünceler arasında birbirini izleyen çağrışım ‘succesive association’ olduğunu içerir. Bir kişi özellikli bir çeşit çiçeği algılayıp tanıyabilir, birbirini izleyen çağrışım (successive association) ve zihin kişiyi daha önce deneyim yaşadığı çiçekle ilk karşılaştığı ana getirir (memory image). Wundt’un hafıza kavramı modern kavram olan ‘kısa süreli hafıza’ (short-term memory) ile benzerlik gösterir. Bu kavramsallaştırma hafızayı zihinde tutma (retention) olarak gören Ebbinghaus’tan farklıdır.
Wundt, bilincin sınırlarını araştırmak için birçok deney yapmıştır. Bunlardan biri de metronom deneyleridir. Düzenli aralıklarla duyulabilir düzeyde şıkırtı sesi çıkaran bir metronom ile çalışmıştır. Bir dizi şıkırtı sesi dinledikten sonra, kimi ritmik ses örneklerini diğerlerinden daha hoş ve güzel bulduğunu bildirip, buradan yola çıkarak herhangi bir ses örneğinin özel memnuniyet ve hoşnutsuzluk duyguları uyandırdığı sonucuna varmıştır. Wundt’un metronom deneylerinin sonuçları, kısa süreli hafızanın (short term memory) kapasitesiyle alakalı olan araştırmalarla tutarlıdır.
Wundt ve öğrencileri hafızayla alakalı birçok deney yapmıştır. Buna rağmen, bu çalışmalar Ebbinghaus’un yaptığı klasik çalışma kadar rağbet görmemiştir. Wundt’un hafıza modeli (zihinde elementler arasındaki bağlantı), günlük yaşantı hafızasındaki karmaşıklıkları laboratuar dışında anlamak için kullanışlı değildir. Ebbinghaus’un yaklaşımı ise daha çok günlük hayatla alakalıdır. Wundt’un birkaç deneyi, Wundt’un çalışmalarından habersiz, araştırmacılar tarafından sonradan yeniden keşfedilen sonuçlara kazanç sağlamaktadır.

Referans: Carpenter, S.K. (2005) Some Neglected Contribution of Wilhelm Wundt to the Psychology of Memory. Psychological Reports, 2005, 97, 63-73.

Makaleyi özetleyen: Aynur Hikmetumut

Makale Özeti: ON THE TRANSLATION AND IMPORT OF WILHELM WUNDT’S MEMOIRS, ERLEBTES UND ERKANNTES (1920)

Wilhelm Wundt, yaygın olarak deneysel psikolojinin entelektüel kurucu babası olarak bilinir. Fizikçi ve deneysel psikolog olarak yetişmiş, ‘Principles of Physiological Psychology’ (Fizyolojik Psikolojinin Temelleri) kitabıyla önemli notlar kaydederek, psikolojinin kendine özgü problemleri ve deneyleme metotlarıyla, bir bilim olarak resmen kurulmasını sağlamıştır. Wundt, sergilediği olağanüstü çalışmanın ardından Leipzig’te felsefe profesörü olup, sonrasında laboratuar kurmuştur ve burada da ‘Philosophy Studies’ (Felsefe Çalışmaları) adlı dergisini çıkarmaya başlamıştır. Wundt kurulan bu laboratuarla birlikte pek çok öğrenciyle çalışmıştır. Bu öğrenciler sonrasında psikolojideki düşünce ekollerinin oluşumuna katkıda bulunmuşlardır.
David Leary, Wundt’un deneysel (experimental) ve sosyal (Folk- Völkerpsychologie) psikolojisinin konularının ve metotlarının farklı olduğu görüşünü savunmaktadır. John Greenwood aslında metot olarak sosyal ve deneysel psikolojinin farklı olduğunu ancak psikolojik objelerinde farklılık olmadığını dile getirmiştir.
Wundt’un öldüğü yılda 2 ciltte anıları (memoirs) yayınladı. Wundt’un anıları farklı biyografiksel ve tarihsel konularla doludur. Wundt’un babasıyla ilgili hatıraları pek hoş olmamıştır. 80 yaşlarındayken bile çok canlı bir biçimde, babasını izlemeye çalışırken merdivenlerden nasıl düştüğünü hatırlamaktadır. Ayrıca anılarında, babasının onu bir gün okuldayken ziyaret ettiğini ve öğretmenine dikkatini yöneltmediği için tokatladığını ifade etmiştir. Wundt’un hayatı (1832-1920) büyük tarihsel olaylar içerir, Wundt da bu olayları anılarına taşımıştır. Hatta bir gün yaşadığı büyük köyde, evinin merdivenlerinde otururken, önlerindeki binanın önüne büyük bir kalabalık toplandığını ve binanın ateşe verildiğinden bahsetmiştir. Wundt’un yazdığı anıları, özel hayatı hakkında pek çok bilgiyi gün yüzüne çıkardığı gibi, tarih verilerine de örnek gösterilebilecek niteliktedir.
Erlebtes und Erkantes Wundt’un öğrencileri ve iş arkadaşları hakkında nükteli kısa hikâyeler ve gözlemlerden oluşmaktadır. Bu kişiler; James Cattell, Emile Kraplin, Edward Titchener, G.Stanly Hall, Lightner Witmer, Oswald Küple vs.
Bu makale Wundt’un bilimsel katkılarını açıklamaya yardımcı olmakla kalmamış, Wundt’un çalışmalarında Almanya ve Avrupalı entelektüel ve kültürel tarihin içeriği tayin edilmiştir.

Referans:
D. L, David (2008). ‘On The Translation and Import of Wilhelm Wundt’s Memoirs, Erlebtes und Erkanntes’, Caen, PUC, p. 77–84

Makaleyi özetleyen: Aynur Hikmetumut

Makale Özeti: A Comparison of Attachment Theory and Individual Psychology: A Review of the Literature

Yazarlar Attachment (bağlanma) teori ile Bireysel psikoloji arasında zorunlu bir benzerlik olduğunu iddia etmiş ve ispatlamaya çalışmışlardır. Özellikle iki teoride de kendilik kavramı ve sosyal iletişim (toplumsal bağlam) patternlerinin uyumluluk ve tutarlılık gösterdiğini savunmuşlardır. Bu makale günümüzde bu iki yaklaşımın kullanıldığı alanlarda benzerlik ve uyumluluk gösterip göstermediği klinisyenler ve araştırmacılar ile çalışılarak ispatlanmaya çalışılmıştır.Her ikisinde de kullanılan yaşam stili belirleme ölçekleri karşılaştırılmıştır.
Birçok modern bilişsel, bilişsel davranışçı ve yaratıcı(constructionist) teorisyenler, şahsi teoriler ile Alfred Adler’in Bireysel Psikolojisi arasında benzerlikler olduğunu ve bunların Bireysel psikoloji elementlerini adres aldıklarını söylerler. Attachment terapi de bunlardan biridir.
Attachment teori John Bowlby tarafından 1950 ve 1960 yılları arasında psikoanalitik teorinin uzantısı olarak geliştirilip ortaya çıkmıştır. Attachment davranışlar koruyucu ve öğretici olarak ikiye ayrılır.Koruyucu davranışlar çocuğun bebelik döneminde anne tarafından dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı korunduğu dönemdeki tutumlarıdır.Öğretici davranışlar ise, tehlikenin olmadığı çocuğun çevresini keşfetmeye başladığı, annenin korumasının kalktığı dönemdeki tutumlarıdır. Bebeklikte Attachment ilişkisi güvenli ve güvensiz olarak ikiye ayrılır. İlişki kalitesinde bebek tecrübelerini belirlemede bazı potansiyel gelişim zorlukları yaşar. Ainsworth attachment stillerini güvenli(secure), endişeli-çekingen(anxious-avoidant),ve kararsız(ambivalent) olmak üzere üç grupta incelemiştir. Güvenli attachment ilişkisine sahip çocuklar duygusal ve fiziksel yönden kendilerini daha güvenli hissederler, daha pozitif ve insanlar ile ilişkiye açıktırlar, annelerinden ayrıldıklarında diğerlerine göre daha az kaygı gösterirler. Diğer güvensiz attachment ilişki grubunda yer alan endişeli-çekingen ve kararsız çocuklar ise benlik saygısı düşük, sosyal iletişime daha zor geçen, öfkeli ve sinirli,duygularını ifade de zorlanan tipler olarak gözlenmiştir.

Bireysel psikoloji Alfred Adler tarafından 1900lü yıllarda Freud’un kendilik (self) kavramını eleştirmesiyle ortaya çıkıp geliştirdiği bireyi bir bütün olarak ve sosyal çevresiyle birlikte ele alan bir kuramdır. Adler bireyin küçük yaştan itibaren aile ile olan ilişkisinin kişiliğinin şekillenmesinde en önemli etken olduğuna inanır.Kişinin tutum ve davranışlarının onun hayatı hakkında; dünyayı algılayışı, nerede olduğu ve olmak istediği hakkında bilgiler verdiğini savunmuştur.İnsanın sosyal bir varlık olduğunu ve toplumdan ayrı değerlendirilemeyeceğine inanmış ve insanı toplumun bir ürünü olarak kabul etmiştir.

Her iki teori arasındaki benzerlikler ise ikisinin de bireyin kendilik kavramını oluştururken ilk iletişimde bulunduğu yer olan aile özellikle anne ve çocuk arasındaki iletişimin önemine vurgu yapmaları; çocukluk dönemlerindeki bu etkileşimlerinin sonucu kişinin kendine özgü bir davranış örüntüsü geliştirdiği görüşünü savunurlar. Bu kavram, bir anlamda, kişinin geliştirmiş olduğu yaşam tasarısıdır. Bireyin, amaçlarını, kendisine ve dünyasına ilişkin görüşlerini ve amaçlarına ulaşabilmek için edindiği alışılmış davranışlarını içerir. Bu davranışlarda çocuğa bakıcısı yani aile tarafından bebeklikten başlayarak öğretilmeye başlar.
Ele alınan bir diğer benzerlik ise sosyal ilgi kavramıdır. Attachment teoride , Adleryan teoride sosyal ilginin oluşumunda çocukluk şemalarının oluşumuna ya da oluşamamış olmasına vurgu yapar.Örneğin çocuk güvensiz bir ilişki içerinse büyümüş ise yaşam biçimi toplumun beklentileriyle uyuşma durumunda değilse ve kişilik yeterince gelişmemişse, sürekli bir gerilim yaşar bu da toplumsal hayatını olumsuz yönde etkiler.

Referans:
Paul R. Peluso, Jennifer P. Peluso, JoAnna F. White, and Roy M. Kern

Makaleyi özetleyen: Zeynep Acar

Makale Özeti: ENTERING THE NEW MILLENIUM: IS INDIVIDUAL PSYCHOLOGY STILL RELEVANT?

Bu makale de Bireysel psikolojinin geçmiş ve bugün ile ne kadar benzer ve uyumlu olup olmadığı geçmişten süregelen ve günümüzdeki popüler psikoterapilerle benzerliklerini, çok kültürlü toplumlara uygulanabilirliği araştırılmıştır.Prochoska ve Norcross(1994), 75 uzman ve onların yorumlarını ele alan çalışmalarıyla sonuçlara ulaşılmıştır.
Bireysel terapi bilişsel, psikodinamik ve sistemik psikoterapiler ile benzerlik gösterir.
Adler’in Bireysel psikoterapi yaklaşımları ile bilişsel davranışçı (Cognitive-Behavioral) terapi arasında birçok benzerlik ve uyum vardır. İkisi de bireyde o güne kadar var olan yanlış ve var ise ulaşılması imkansız hedefleri, yanlış duygu ve düşünce tarzlarını tespit edip onları kabul edilebilir doğrular ile değiştirmeyi bireyin ulaşılabilir hedefler koymasını amaçlar.
Sistemik (Systemic) terapi ile Adleryan terapinin arasındaki benzerlik ise iki sistemli yaklaşımında aileyi psikoterapiye dahil edip önem vermesine dayanır. Bireyi ilk sosyal çevresi olan ailesinden ayrı ele almayıp ailenin de önemini kabul eder ve gerekli olduğu durumlar da aileyi de psikoterapiye dahil eder.
Bireysel terapi ile günümüzde var olan postmodern yaklaşımları karşılaştırdığımızda ise bir çok benzerlik olduğunu görülmüştür.Bunlardan ilki olan Yapıcı (Constructivist) terapi ile bireysel psikoterapi arasında kişilik kavramına bakış açılarının benzerlik gösterdiği söylenebilir.Her ikisi de bireylerin kendi kişiliklerini kendilerinin oluşturduğunu söyler.Bireyin dünya ve sosyal çevresini algılayabildiği ve yorumlayabildiği ölçüde kişiliklerinin oluştuğunu savunurlar.
Günümüzde var olan diğer popüler yaklaşımlardan biri olan çözüm odaklı (Soluation-Focused Brief ) terapi ile Adleryan terapi arasındaki benzerlik ise ikisinde de hastayı cesaretlendirme tekniğinin kullanılmasıdır. Adleryan terapi cesaretsizliğin bireyi fonksiyondan alıkoyan temel durum olduğuna inanır. Bundan dolayı teşhis ve yorumlamanın tamamı göze alındığında sadece zayıf ve hatalı tarafları değil danışanın olumlu özelliklerinin de olması oldukça önemlidir; böylece danışan cesaretlendirilmeye çalışılır.Cesaretlendirme Adleryan terapinin ayırıcı özelliklerindendir ve çözüm odaklı terapi de bu yöntemi kullanmaktadır.
Milenyum çağının en büyük özelliklerinden biri de çok kültürlü toplumların var olduğu bir çağ olmasıdır. Bireysel terapinin ise bu noktada en büyük artısı sosyal eşitliğe dayanması ve gücünü toplumdan alması olmuştur.Adler bireyi ele alırken onu sosyal çevresi ile ele aldığı ve sosyal çevresiyle birlikte değerlendirdiği için günümüze kadar yerini korumuştur.

Referans:
Watts, R.E. (2000). Entering of New Millennium: Is Individual Psychology Still Relevant? The Journal of Individual Psychology, 56, 21-30.

Makaleyi özetleyen: Zeynep Acar

Makale Özeti: A mediated model of perfectionism, affect, and physical health

Bu çalışma mükemmeliyetçilik ve fiziksel sağlık arasındaki ilişkinin pozitif ve negatif etkilerini yapısal modeli kullanarak test etmiştir. Genç yetişkinler üzerinde mükemmeliyetçilik ve fiziksel sağlık arasındaki ilişkiyi incelemek için Hewitt ve Flett’in ‘çok boyutlu mükemmeliyetçilik ölçeği (MPS-H) kullanılarak araştırmalar yapılmıştır. MPS-H mükemmeliyetçiliği; kişinin kendisine, diğerlerine ve topluma yönelik olmak üzere üç boyutta tanımlamıştır. Adler bizi motive eden gücün davranış ve beklentilerimiz olduğunu söylerken bunu da mükemmeliyetçilik kavramıyla açıklamış mükemmeliyetçiliği de kişilik gelişiminin bir parçası olarak görmüştür. Diğer deneysel çalışmalar ise mükemmeliyetçiliği uyumsuzluk olarak değerlendirmiş ve sadece negatif yönlerini ele alarak incelemişlerdir. Kendine yönelik( self-oriented) mükemmeliyetçilik; kişinin yapabileceğinden fazlasını isteme eğilimi yani gerçekçi olmayan standartlar hedefler belirlemesidir. Kişisel mükemmeliyetçilik nörotism ile pozitif korelasyon göstermiştir. Kişi kendi hatalarını kabul etmeyen kişisel eleştirilere kapalı agresif bir kişilik oluşturabilir. Mükemmeliyetçilik ve fiziksel sağlık üzerine yapılan araştırmalarda mükemmeliyetçiliğin negatif etkileri depresyon, yeme bozuklukları, ümitsizlik, takıntı bozuklukları,kişilik bozuklukları ve intihar eğilimli düşünceler olarak bulunmuştur. Diğerlerine yönelik olan mükemmeliyetçilik, bireyin başkaları için belirlediği gerçekçi olmayan standartlara uymasını beklemesidir. Topluma yönelik mükemmeliyetçilikte ise, kişinin toplumdakilerin kendisinden gerçekçi olmayan şeyler beklediği inancına sahip olmasıdır.
Yapılan çalışma sonucunda mükemmeliyetçilik kavramının, fiziksel sağlık açısından hem olumlu hem de olumsuz etkileri olduğunu desteklenmiştir, sonuçta mükemmeliyetçiliğin değişik hastalıklarla ilişkili olabileceği bulunmuştur. Irritable barsak sendromu, erektil disfonksiyon, çocuklarda karın ağrısı ve ülseratif kolon iltihabı gibi değişik hastalıklar önemli ölçüde mükemmeliyetçilik ile ilgili olarak belirlenmiştir.Hatta mükemmeliyetçiliğin, migren tipi baş ağrıları, kronik ağrı sendromu, baş ağrısı ve astım gibi somatik problemlerle de ilgili olduğu bulunmuştur.

Referans:
Danielle S. Molnar *, Dana L. Reker, Neil A. Culp, Stan W. Sadava,
Nancy H. DeCourville, 10 February 2006

Makaleyi özetleyen: Zeynep Acar

Makale Özeti: Reality Therapy and Individual or Adlerian Psychology A Comparison

Bu makale William Glasser’in ve Alfred Adler’in gerçeklik terapisine Bireysel psikoloji ışığında nasıl yaklaştıklarını, benzerliklerini ve farklılıklarını araştırmıştır. İki modelin tarihsel, teoritiksel süreçlerini ve problemlere yaklaşma ve çözme perspektiflerini, töropatik amaçlarını ve tedavi tekniklerini karşılaştırmıştır. Sonuçta nerelerde sınırlı kalıp nerelerde kuvvetli olabildikleri tartışılmıştır.
1870-1937 yılları arasında Alfred Adler bireysel psikoloji adında yeni bir kuram geliştirmiş ve Freud’tan ayrılarak kendi ekolü üzerinde çok çeşitli çalışmalar yapmıştır.
William Glasser 1925-1965 yılları arasında gerçeklik terapisini formüle etmiş 1965’te ‘Reality Teraphy’ adında bir kitap yayınlamıştır. Daha sonra Glasser, W.Power’dan etkilenmiş kontrol teori ve choice teoriyi de geliştirip bunları RT’ye uyarlamıştır. Bu teoriler nasıl ve niçin insanın davrandığı ile ilgilidir.
Bireysel Psikoloji ve Gerçeklik Terapisi, motivasyon ve kontrol konusunda benzer görüşleri paylaşır. Her ikisi de insan da bir kontrol arayışı olduğu konusunda uzlaşır ve bu kontrolün dış güdülerle(motivasyonlarla) değil, insanın sahip olduğu kendi gücü ile yapabileceğini savunurlar. Çünkü insan karar verme yetisine sahiptir ve sorumluluklarından tamamen kendisi sorumludur. Adler insanın en temel güdüsünün üstünlük çabası olduğunu kişinin aşağılık algısının üstesinden gelme çabası içerisinde olduğunu savunmuştur. Glasser ise bu konuda ‘senin için neyin doğru olduğunu biliyorum’u psikoloji ile dış motivleri açıklamaya çalışmıştır.RT içinde yer alan seçim terosi (choice theory) insanın temel ihtiyaçlarını beş ana maddede toplamıştır.Bunlar; hayatta kalma çabası, sevgi,güç,özgürlük ve eğlencedir.
IP ve RT tüm davranışların bir amacı olduğu ve bunların insanlar üzerinde etkili olduğu konusunda uzlaşır. Adler rüyaların bir amacı olduğunu ve insanın günlük yaşantısındaki problemlerine rüyalarında çözüm yolları aradığını onları çözmeye çalıştığını savunmuştur ve terapilerinde bunu kullanmıştır. Fakat gerçeklik terapisi bu konuda farklılaşarak rüyaların kontrol edilemez olduğunu bu yüzden terapide kullanılabilirliğinin çok küçük olduğunu savunmuştur.
Gerçeklik terapisinde Glasser sorumluluğu kişinin ihtiyaçlarını karşılama yeteneği olarak tanımlamıştır. Buna karşılık Bireysel psikoloji de sorumluluk kavramına vurgu yapmıştır. Adler ise sorumluluğu sosyal ilgi kavramıyla açıklamıştır. Sosyal ilginin temelinde toplum duygusu yani insanlarla iletişim vardır.Adleryan terapistler erken yaşta aile ile iletişime önem verirler; kişinin kişilik kazanmasında ailenin önemine vurgu yapmışlardır.Ailenin benlik algısını etkilediğine inanırlar.Bu nedenle bireysel psikoloji ekolüyle çalışan terapistler terapilerde sık sık aile ile görüşürler.Gerçeklik terapisi etkili bir danışan-danışman ilişkisini inşa etmeye, ve danışanın memnun olmadığı mevcut ilişkilerini düzeltme ve düzenlemeye odaklanır.Adleryan terapide,bir diğer kişiyle bağlantı kurmada sosyal ilgi gelişimine önem verilir,terapi sürecinde de buna odaklanılır.Gerçeklik terapisi kişinin geçmişiyle ilgili sadece başarılarını ele alırken Bireysel terapi geçmişten gelen öğrenilmiş hataların bireyin şimdiki yaşantısı üzerinde ne gibi yanlış hedeflere neden olabileceği üzerinde durup bunları değiştirmeyi amaçlar.

Makaleyi özetleyen: Zeynep Acar

Makale Özeti: DOĞUM SIRASI

Ergenlikte kendine zarar verme ve intihar girişimleri arasında doğum sırasının etkisi

Bu çalışma bir Adleryan kavram olan doğum sırasının etkilerini görebilmemizi sağlayan ve buna ortam hazırlayan bir çalışmadır. Adler doğum sırasını kavramını şöyle açıklamıştır. Doğum sırası, kardeşlerin varlığını ve anne baba ilgisini çekme ihtiyacının getirdiği psikolojik durumdur. Adler’e göre, kişilik ve doğum sırasının birbiriyle ilişkilidir. İlk çocuk kardeş gelene kadar ilgi ve sevgi odağıdır. İkinci kardeşin gelmesi ile bu sevgiyi paylaşmak zorunda kalır. Adler’e göre suça eğilimli ve suç işlemiş insanların çoğu ilk çocuklardır. En küçük ise şımartılmıştır. Problemli ve nörotik olma eğilimindedir. Doğum sırası çocukların farklı yaşantılar geçirmesine neden olur. Bu yaşantı çocuğu oldukça etkiler. İlk çocuk ve tek çocuk olmanın entelektüel açıdan daha avantajlı olduğunu düşünen Adler kardeş sayısının artmasıyla ilk çocuğun bir takım duygusal zorluklara maruz kaldığını savunmuştur. Doğum sırasının insan psikolojisi ve karakteri üzerinde etkisinin olup olmadığı ile ilgili birçok araştırma yapılmış birçok hipotez ortaya atılmış ve bu konu ile ilgili 1976 ve 1993 yılları arasında 1065 bilimsel makale birçok kitap ve tezler yayınlanmıştır. Bu çalışma Adler’in doğum sırası kavramının geçerliliğini tespit etmek için 2553 katılımcı ile bir çocuk ve ergen psikiyatri kliniğinde uygulanmıştır. Çocuklar doğum sırası özelliklerine göre tek, ilk, ortanca ve son çocuk olarak gruplandırılmış ayrıca cinsiyet ayrımı da göz önünde bulundurularak ANOVA yöntemi ile sonuçlara ulaşılmıştır. Fakat bu çalışmada Adler’in bu kavramını destekleyici sonuçlar elde edilmemiştir. İlk çocuk ya da tek çocuk olmanın duygusal uyumsuzluk ile herhangi bir ilişkisi olmadığı; ortanca çocukların ilk, tek ve küçük çocuklara oranla daha fazla kendine zarar verici davranışlarda bulundukları görülmüştür. Bu kavramı araştıran diğer araştırmalarda cinsiyet farklılığı da göz önüne alındığında ilk erkek ve son kız çocuğun diğer doğum sırası kategorilerine göre daha yüksek benlik saygısı ve daha az kendine zarar verici davranışlar sergilediği bulmuşlardır. 2553 katılımcı ile yapılan çalışmamızda ise ortanca kız çocuklarında intihar girişimi, ortanca erkek çocuklarında ise kendine zarar verme davranışlarını yüksek olduğu bulunmuştur. Bu bulgular ortanca çocuklarda intihar girişiminin fazla olduğunu ve cinsiyet farkının önemli bir etken olduğunu göstermiştir. İntihar eylemi ve kendine zarar verme davranışı erkeklere oranla kadınlarda daha fazla ve daha sık rastlanır olduğu bulunmuştur.Kriz anlarında erkekler agresif davranışlarını dış çevreye yöneltirken; kızlarda bu yönelim daha çok kendileri üzerinedir.Son olarak; ilk çocukların son çocuklara göre kendine zarar verme davranışlarının daha az olduğu saptanmıştır .

Makaleyi özetleyen: Zeynep Acar

Makale Özeti: RATIONAL EMOTIVE BEHAVIORAL THERAPY: HUMANISM IN ACTION

Rational Emotive Behavioral Therapy provides the best and most detailed method for
translating humanist concepts into humanist behavior. REBT uses Socratic dialogue to help individuals examine old beliefs and manipulate them for more realistic life. Its fundamental tenets are applicable to all aspects of human experience. REBT focus on how individual enhance his or her ability to secure maximum quality in living and works people to avoid from self-defeating emotions and behaviors also motivate them to life-enhancing emotions and behaviors.
“What’s so” (what seems to be so) is important to identify “what works”. If we are not clear about what is so, it is difficult to determine what works. For example if your husband is a drunk, don’t expect him as a sober because that is just not what’s so. What works develop plans based on the knowledge that it’s awful to have a drunk around but you should not think that such a terrible person and you must not frustrate to develop plans. What does work is to accept the misfortunes that occur in our lives which are mostly out of our control while focusing on what is virtually always within our control: The way we choose to think about those negative things.
Personal power left the person when he or she use a way of thinking method which is include “should,” “must,” “can’t stand,” “need,” “awful,” and etc. These kind of concepts cause power to remove from the person and hand over to concepts. Likewise, “can’t stand” and “should” transfer power outside the person. Personal power is kept when one’s thinking involves such as “better if,” “don’t like,” “prefer,” “misfortune,” and etc. In such thinking, the person has choice and is not dominated by absolute concepts. Absolute ideas own us and rob us of our humanity so by using them we sign over a deed to our own being.

Makaleyi özetleyen: Halime Taştan

Makale Özeti: RATIONAL EMOTIVE BEHAVIORAL THERAPY: A NON-A.A. OPTION

Rational Emotive Behavioral Therapy was founded by Albert Ellis in 1955 and
provides people that work on their emotional and behavioral problems by focusing on the
situations in their lives. REBT includes variety of cognitive, emotive and behavioral
techniques in 12-steps programs to help the clients examine their beliefs and to learn how to
better control their thinking, emotions, and behaviors.
Ellis has written that REBT can be used very effectively with people that spirituality is
a central aspect of their life. Majority of clients who use REBT are religious and state that
REBT very helpful to achieve our goals by living with our values which are including ethical,
spiritual, and religious values.
A new organization that Rational Recovery Self-Help Network (RRSN or RR) which
is based on REBT was founded by Jack Trimpey in 1985. In this organization, each group
meets once or twice a week for about 90 minutes and led by a coordinator for professional
advices. Like REBT, it motivates people to help themselves without relying on a higher
power although most of the people in this group are religious. Meetings focuses on helping
people learn to use REBT to control their thinking, emotions and behaviors. Meetings
sometimes resemble group therapy by crosstalk. Participants focus on recent events and deal
with psychological problems, such as sexual abuse, in professional setting. They tell their
successess and failures and discuss how to overcome unfortunate situations. Many people need only a year for attending to group because after that they attempt to recover their life by self without any interference but Trimpey argued that these meetings can develop dependency for some participants and they attend more than a year.
Research suggest that more people get better when options are available to them and
Rational Recovery interested in providing an option to people who are loking for help to
overcome their problems and recent research suggest that RR is providing that help.
Makaleyi özetleyen: Halime Taştan

Makale Özeti: YALE UNIVERSITY’S INSTITUTE OF HUMAN RELATIONS AND THE SPANISH CIVIL WAR:

DOLLARD AND MILLER’S STUDY OF FEAR AND COURAGE UNDER BATTLE CONDITIONS

Clark Hull, Pavlovun klasik, Thorndike’nin edimsel koşullanmasını tek bir teorik sistemde birleştirmek için çalıştığı sıralarda John Dollard deneysel psikoloji içerisinde psikoanalitik kavramlar üzerinde çalışıyordu. Clark Hull, John Dollard ile birlikte psikoanalitik üzerine çalışmaya başladı, davranışsal ve psikoanalitik kavramları eşit şekilde seminerlerinde anlattı fakat terminolojik olarak psikoanalitiği davranış ilkelerine dayandırarak anlatmakta zorlandı. Dollard ve Miller ile bu konuda çalışmayı bıraktı. Miller bu sıralarda deneysel çalışmalarına devam etti ve farelerle yaptığı bir deneyde korku duygusunun öğrenilmiş bir tepki olduğunu buldu.Diğer taraftan 1930’lu yılların sonunda The Yale Institute of Human Relations Clark Hull’un Pavlov ve Freud teorilerinin birleşimi üzerine verdiği seminerlerden yola çıkarak çatışma ve endişe üzerine bir araştırma programı geliştirdi. Bu programla yapılan deneyler Amerika ikinci dünya savaşına girerken de devam ediyordu. Bu yüzden John Dollard ve Neal Miller askerlerin savaştaki korku reaksiyonları üzerinde çalışmaya karar verdiler. Öncelikle Abraham Lincoln tugayındaki deneyimli askerlerle görüştüler. John Dollard 300 askerin cevaplandırdığı bir soru formu oluşturdu. Bu makalede de savaş deneyimiyle beraber bu soru formunun sonuçlarını analiz etmeyi amaçladı.
Soru formu hazırlanıp askerlerle görüşüldükten sonra, araştırmanın sonucunu ‘Fear in battle’ kitabında yayınladılar. Kitap korku olgusu, korkuyu kontrol etme teknikleri, korku ve ahlak gibi bölümlerden oluşmaktadır. Soru formundaki sorulardan biri ‘ İlk çatışmanıza gittiğinizde korkutunuz mu?’ bu sorunun sonucunda % 74’ü korktuğunu % 26’sı korkmadığını söylemiştir. Bir diğer soru ise, ‘Eğer birden fazla çatışmaya gittiyseniz, diğer çatışmalarda korktunuz mu?’ bu sorunun sonucunda % 36’sıher zaman korktuğunu, % 55’i bazen korktuğunu, % 9’u hiç korkmadığını söyledi. Bu cevaplardan yola çıkarak korkunun doğal bir tepki olduğunu söylemişlerdir. Korku çevredeki tehlikelerin farkına vararak vücutta ortaya çıkan tehlike işaretidir. Korku tehlikeyi azaltma alışkanlığını kazandırmak için askerleri motive ettiğinden faydalıdır.Askerler korktukları zaman vücutlarında en fazla meydana gelen tepki kalp atışlarındaki değişiklik çıkmıştır, ikinci sırada kas kasılmaları vardır, bunları ağız kuruluğu, titreme, ellerin terlemesi takip etmektedir. Araştırmanın bu sonuçlarından sonra endişe vücudun farklı organlarının içsel uyaranlar tarafından tehlikeli durumda verilen tepki olarak açıklanmıştır. Bu nedenden dolayı araştırmacılar korku akıldadır fikrinin yanlış olduğunu, korkunun bedensel tepkilerle başladığını ve daha sonra akıla geçtiğini söylemişlerdir.
Dollard ve Miller bu araştırmalarından sonra üç temel korku kontrol tepkisi olduğunu söylemişlerdir. Bunlardan birincisi korkuyu erken algılamaktır. Eğer korkunun ilk işaretleri saptanırsa, kontrol tepkileri hemen harekete geçer. İkincisi savaştan önce korkuyu tartışmaktır. Korkunun semptomlarını bilmek ve korkunun daha önceden konuşulmuş olması bu duyguyu kontrol etmeye yardım eder. Üçüncüsü ise göreve konsantre olmaktır. Korkudan başka şeyler düşünmekte korku duygusunu kontrol etmeye yarar. Konsantrasyon korkuyu akıldan çıkarmayı ve askerlerin daha iradeli olmasını sağlar.
Bu araştırmanın sonucunda korku duygusunun normal olduğunu, ortadan kaldırılamayacağını sadece bu duygudan çok fazla etkilenilmemesi için korkuyu kontrol etmeyi öğrenilebileceğini görüldü.

Makaleyi özetleyen: Aslı Karamuk